====== Bu’d ====== * “**Bu’d**; uzaklık ve helâk mânâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde’ itibarıyla füyûzâtın kesilmesi ve Hak’tan uzaklaşma, netice itibarıyla da -tabiî bir inâyet-i hâssa olmazsa- hizlân ve mahrumiyet şeklinde görmüş ve ürperilmesi gereken bir husus olduğunu vurgulamışlardır. * [[kurb|Kurbun]]; avam-ı mü’minîn, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne göre dereceleri bulunduğu gibi, **bu’dun** da kendi içinde alt alta dereke ve mertebeleri vardır; bu mertebelerin mutlak helâk noktasını da şeytan işgâl eder. * [[kurb|Kurbun]]-**bu’dun** birer teveccüh veya mahrumiyet şeklinde bulunması ayrı şey, sezilip bilinmeleri ayrı şeydir. Bazen, en büyük ikram, ikramın hissettirilmemesi şeklinde gelir ve Akrabu’l-mukarrabîn (En üst seviyede [[kurb|kurba]] mazhar olan) kendi yakınlığını bilemez. Bazen mekr tam olur, **bu’dun** zulmetleri sezilemez.. bazen de [[sekir|sekir]] hâli hâkim olur, [[kurb|kurb]]-**bu’d** tefrik edilemez.. ve dolayısıyla da böylelerinde [[kurb|kurb]] iştiyakı ve **bu’d** endişesi görülmez. * “Câmî, sen yakınlık ve uzaklık endişesine düşme, zirâ aslında ne uzaklık ne yakınlık ne vuslat ne de ayrılık diye bir şey yoktur.” sözleri bu serâzâd ve sermest ruhların düşüncelerini ifade eder. * **Bu’dun** gerçek ürperticiliği ve mahrumiyeti müsellem; bazı ruhlar da vardır ki, [[kurb|kurbun]] mehâbet esintileri karşısında tir tir titrer ve o andaki ruh hâletiyle kendilerini kahr u tedmîrin pençesinde sanırlar, ‘[[kurb|Kurb]]-i sultân âteş-i sûzân buved.’ (Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.) bu münasebetle ve bu mânâda söylenmiş olsa gerek. Bütün bunlara rağmen [[kurb|kurb]], ilâhî nefehât ve üns esintilerine açık cennet yamaçlarına benzetilecekse, **bu’da**, mahrumiyet ve hizlân gayyâları demek uygun olur.”((M. Fethullah Gülen, //Kalbin Zümrüt Tepeleri//, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 192.)) * “[[allah|Allah’ın]] kullarına yakınlığı, Kur’ân-ı Kerim’in makamının yüceliğiyle beşere uzaklığı ve aynı zamanda Zât-ı Vacibü’l-Vücud’un onu muhatap olarak alması itibarıyla kendi yakınlığını ifade etmesinde sonsuz bir **bu’d** (uzaklık) içinde sonsuz bir [[kurb|kurb]] (yakınlık) esprisi görülmektedir.”((M. Fethullah Gülen, //Bir İ’câz Hecelemesi//, İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 106.)) * “... [[ask|aşk]], itaat kaynaklı olursa bir mânâ ifade eder. Eğer aşkta itaat yoksa, ondan şatahatlar doğabileceği gibi, ümitsizlikler, inkisarlar, inkârlar da doğabilir. Hatta aşkın büyüklüğü nispetinde şatahatlar büyür, [[kurb|kurbiyet]] ufkunda **bu’diyetler**, yani Hakk’a yakınlaşma çizgisinde uzaklaşmalar meydana gelebilir ve kıymetli şeyler bir anda kıymetsizleşebilir.”((M. Fethullah Gülen, //Prizma-2//, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 137.)) * “Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultânımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbâlarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezîz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve **teb’îd** ile ta’zîb etme. Sana müştâk ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başıboş bırakıp îdam etme.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Sözler//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 55.)) * “... güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nurâniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vâsıta ile onu tanısak; ziyası harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun [[akrebiyet|akrebiyeti]] bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz, **bu’diyetimiz** nokta-yı nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavânîn-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvan-ı seb’ayı uzun uzadıya tedkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Mektubat//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 52.)) * “Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve **bu’diyetten** [[cehennem|cehennem]] gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, her şeydeki [[akrebiyet|akrebiyet]]-i ilâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve **bu’diyeti** hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek ‘Lâ mevcude illâ Hû’ diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekâ ve likâ ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücûdda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücûd meselesini melce’ ittihâz etmişler.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Barla Lâhikası//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 251.)) * “Tûl-ü zaman ve **bu’d**-u mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Mesnevî-i Nûriye//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 18.)) * “... şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri **bu’d**. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle ‘O bana tesir edemez.’ ve onun sana karîb olduğu cihetle ‘Ona tesir edebilirim.’ desen, cehlini ilân etmiş olursun. Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve **bu’d** vardır. Kurb Hâlık’ındır, **bu’d** nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle [[enaniyet|enâniyet]] ile Hâlık’a bakıp ‘Bana tesir edemez.’ diye bir ahmaklıkta bulunursa dalâlete düşer. Ve keza nefis mükâfatı gördüğü zaman ‘Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım.’ der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.”((A.g.e. s. 68.)) * “[[allah|Allah’a]] [[tevekkul|tevekkül]] edene [[allah|Allah]] kâfidir. [[allah|Allah]], kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihi mahbuptur. [[allah|Allah]] mûcid, Vâcibü’l-vücûd olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, **bu’diyetinde** [[adem|adem]] zulmetleri vardır.”((A.g.e. s. 118.)) * “Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, her şeyin, –küçük olsun büyük olsun, yüksek olsun alçak olsun– taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hıssetin veya hakaretin, onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin ondan **bu’dun** varsa da onun senden **bu’du** yoktur.”((A.g.e. s. 179.)) ===== Dipnotlar =====