====== Ehadiyet ====== * “**Ehadiyet** ise her bir şeyde Hâlık-ı külli şey’in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Mektubat//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 266.)) * “Binbir ism-i ilâhînin, [[kainat|kâinata]] müteveccih olan o esmâdan her biri, bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve **sırr-ı ehadiyet** cihetiyle, her bir ismin [[cilve|cilvesi]] içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.”((A.g.e. s. 463.)) * “(Kur’ân) vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes’i unutmamak için, daima vâhidiyetteki **sikke-i ehadiyeti** nazara veriyor...”((Bediüzzaman Said Nursî, //Sözler//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 8.)) * “Kudret; melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, [[kainat|kâinatın]] âyine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri [[alem-i_melekut|melekûtiyet]] ciheti ki âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin, [[hayir|hayır]]-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, [[esbab|esbab]]-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir tâ, dest-i kudret, zâhir [[akil|akla]] göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü **vahdet-i ehadiyet** öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona [[illiyet|illiyet]], mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.”((A.g.e. s. 573–574.)) * “... bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir **turra-yı ehadiyet** vardır ki, bütün kâinat kabza-yı tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuûnâtıyla birden görmeyen ve nihâyetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihâyetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”((A.g.e. s. 648.)) * “Acaba; maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesâfetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ, hem şu umum envâr ve şu bütün nuraniyat O’nun Envâr-ı Kudsiye-i Esmâiye’sinin kesîf bir gölgesi ve zılâli, hem umum vücûd ve bütün hayat ve [[alem-i_ervah|âlem-i ervâh]] ve âlem-i berzah ve [[alem-i_misal|âlem-i misâl]] nîm-şeffaf birer ayna-yı cemâli, hem sıfâtı [[muhit|muhît]]a ve şuûnatı külliye olan bir tek Zât-ı Akdes’in [[irade|irâde]]-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhît ile zâhir olan tecelli-i sıfâtı ve [[cilve|cilve]]-i ef’âli içindeki **teveccüh-i ehadiyetinden** hangi şey saklanabilir? Hangi iş O’na ağır gelebilir? Hangi yer O’ndan gizlenebilir? Hangi ferd O’ndan uzak kalabilir? Hangi şahıs [[kulliyet|külliyet]] kesbetmeden O’na yanaşabilir? Hiç eşya O’ndan gizlenebilir mi? Hiçbir iş, bir işe mâni olur mu? Hiçbir yer, O’nun huzurundan hâlî kalır mı?”((A.g.e. s. 665–666.)) * “Demek [[esbab|esbâbın]] tesiri yok. Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden,** sırr-ı ehadiyet**, nur-u tevhid içinde inkişâf ettiği için şu münâcât birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Lem’alar//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 4.)) * “... **ehadiyet** ve samediyet-i ilâhiye, her bir şeyde husûsan zîhayatta, husûsan [[insan|insanın]] mâhiyet aynasında bütün esmâsıyla bir **cilvesi** olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi mevcûdât ile alâkadar her bir ismi bütün mevcûdâtı ihâta ediyor.”((A.g.e. s. 121.)) * “Hadsiz [[kesret|kesret]] içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında **Zât-ı Ehadiyeti** mülâhaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette **sikke-i ehadiyeti** gösterdiği gibi, herbir nevide **sikke-i ehadiyeti** göstermek ve **Zât-ı Ehadi** mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir **sikke-i ehadiyeti** gösteriyor. * Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun. * İşte, [[kuran|Kur’ân]]-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder, tâ ki zâhir bir surette **hâtem-i ehadiyeti** göstersin.”((A.g.e. s. 123.)) * “... hadsiz [[mahluk|mahlûkatta]] ve nihayetsiz bir [[kesret|kesrette]] vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine [[kesret|kesret]] içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında **ehadiyet** sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki [[kesret|kesreti]] hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın. * Hem, **sikke-i ehadiyete** nazarları çevirmek ve [[kalb|kalbleri]] celb etmek için, o **sikke-i ehadiyet** üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir [[hakikat|hakikat]] olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve **ehadiyet** sikkesine isal eder ve **Zât-ı Ehadiyeyi** mülâhaza ettirir ve ondan,اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'deki hakikî hitaba mazhar eder. * İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha’nın fihristesi ve [[kuran|Kur’ân’ın]] mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.”((A.g.e. s. 124.)) * “... insanın yüzü öyle bir **sikke-i ehadiyettir** ki, Âdem zamanından tâ [[kiyamet|Kıyamete]] kadar gelmiş ve gelecek bütün efrâd-ı insâniye birden nazar-ı mütalâasında bulunmayan; ve her birine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete îcâd cihetiyle el uzatamaz.”((A.g.e. s. 396.)) * “... **cilve-i ehadiyet** sırrıyla, en küçük bir zîhayat [[mahluk|mahlûk]], [[kainat|kâinatın]] bir misâl-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-yı tasarruf unda tutan Zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu, her bir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu **sırr-ı ehadiyet** cilvesi, şirk ve iştiraki muhâl derecesine getiriyor.”((A.g.e. s. 403.)) * “Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir **ehadiyet-i Rabbâniye** ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o **ehadiyet**, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek [[kainat|kâinat]] nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Şuâlar//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 5.)) * “Küre-i hava diyor ki: Bu hadis, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki: Küllî bir [[suur|şuurla]] yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi.. ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hâzır, nâzır **ehadiyet** cilvesiyle ve içinde ihatalı bir [[irade|irade]], muhit bir [[ilim|ilim]] bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”((Bediüzzaman Said Nursî, //Emirdağ Lâhikası//, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 114.)) * “... [[reca|recâ]]; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihâta ve şümûlüne inanıp, **ehadiyet** dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in rahmetin her şeyi aştığını; bir kudsî hadisin de, ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum işte bu gerçeği hatırlatmaktadır. Aksine, şeytanların bile [[umit|ümit]] ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.”((M. Fethullah Gülen, //Kalbin Zümrüt Tepeleri//, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 87.)) * “Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın var olmaları, [[hayat|hayata]] mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşâhede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar.. sonra insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu [[sefkat|şefkat]], merhamet, inayet, riayet gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeceğimiz rahmâniyet ve rahîmiyetin mahall-i inkişafı olan [[alem-i_rahamut|âlem-i rahamûta]] bakmakta, bu âlemin menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın **ehadiyet** ve samediyetinin, bütün [[kainat|kâinat]] ve eşyadaki umumî, mutlak fakat inkişaf ve tafsile açık zâtî teveccühleri [[alem-i_lahut|lâhutiyete]] ait bir tecellî –tecellî demek de doğru ise–; her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vâbeste olarak yine O’nun rahmet, [[sefkat|şefkat]], himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise –vâhidî ve **ehadî tecellîlerin** farklılığı mahfuz– rahamût ufkundan akseden bir cilvedir.”((A.g.e. s. 541–542.)) ===== Dipnotlar =====