====== Sübuhât-ı Vech ====== * “Cenâb-ı Hakk’ın, ârifân [[kalb|kalbinden]] bütün mâsivâullahı ([[allah|Allah’tan]] gayri her şeyi) silip-süpürüp setretme sadedinde -bîkem u keyf- o müteâl varlığını onların o temizlerden temiz gönüllerine duyurma murad-ı sübhânîsine bağlı tecelli eden ve bütün beşerî [[ihsas|ihsaslar]], [[ihtisas|ihtisaslar]] ufkunu kuşatan Zâtî bir nur ve ziya tufanıdır **sübuhât-ı vech**. ‘Vech’ kelimesiyle Zât-ı Bârî’nin kastedilmesi açısından ona, esmâ ve sıfât-ı sübhâniye nurlarını da ihata eden ‘envâr-ı Zât’ diyenler de olmuştur ki, böyle perdesiz, hâilsiz ve min vechin hicabsız bu Zâtî nurlar karşısında, ârifin iç ihtisasları ufkunda ‘ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ إِلاَّ وَجْهَهُ - O’nun Zât’ı müstesna her şey hâlik ve mütelâşîdir.’ (Kasas, 28/88) hakikati zuhur eder gibi olur da bütün mâsivâ, hatta esmâ dahi tamamen silinir gider ve ârif-i billâh, böyle bir şuaât karşısında kendini [[hayret|hayret]] ve hayret üstü değişik ahvâl içinde bulur.”((M. Fethullah Gülen, //Kalbin Zümrüt Tepeleri//, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 666.)) * “Hucub-u inâyet, Hazret-i Zât’ın [[izzet|izzetine]], azametine, her şeyi muhît bulunmasına ve hiçbir nesneye taayyün hakkı vermemesine mukabil; tıpkı, kudret ve iradenin, [[akil|aklın]] zâhirî nazarında hasîs işlere taalluku uygun düşmediğinden sebeplerin birer perde olarak vaz’edilmesi gibi, müntehî bir sâlikin iç ihtisasları yanında, din ü diyaneti adına bazen esmâ ve sıfât ufkuna döndürülerek [[ihsas|ihsaslarının]] diliyle ona, [[ubudiyet|ubûdiyet]] veya [[ubudet|ubûdetin]] hiçbir zaman zimmetten düşmediğini-düşmeyeceğini hatırlatmak için, celâlin kuşatan tecellileri içinde bir [[cemal|cemal]] ve [[ehadiyet|ehadiyet]] teveccühüdür. Aynı zamanda böyle bir teveccüh, mümkine mümkince bir soluk aldırma ve [[cem|cem’]] içinde onun [[ruh|ruhuna]] [[fark|fark]]’ı da duyurma mânâsına gelmektedir. Böylece ârif, bir yandan **sübuhât-ı vechin** kâhir şuaâtı karşısında [[sekir|sekr]], mahv, fenâ ve ıstılâm’la nefsi dahil her şeye karşı tamamen kapanıp, Mezkûr-u [[mutlak|Mutlak]] alâkasıyla zikri, Mâbûd-u [[mutlak|Mutlak]] münasebetiyle ibadeti, Vücûd-u [[mutlak|Mutlak]] ziyasıyla zıllî vücudu hissedemeyerek hâlî bir vuslat yaşarken, diğer yandan da hucub-u inâyet ile yer yer kendini [[ubudet|ubûdet]] çağlayanlarına salar, ‘ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’le soluklanır ve hep kul olduğunun şuuruyla oturur kalkar.”((A.g.e. s. 668.)) * “Aslında [[seyr-u-suluk|seyr u sülûk]]-i rûhânîlerini ‘usûlüddin’ çerçevesine bağlı sürdürenler, **sübuhât-ı vech** ziyasıyla her şeyi min vechin mahcûb görseler de, konumları icabı bir [[hayret|hayret]], hatta [[heyman|heymân]] yaşayabirler; ama, sükûtlarıyla olsun [[temkin|temkinde]] kusur etmemeye gayret gösterir; farkına vardıklarında da iltibasa açık ifadelerini tashih eder ve başkalarının değişik vartalara düşmelerine meydan vermemeye çalışırlar.”((A.g.e. s. 669.)) * “**Sübuhât-ı vech** karşısında duyulup hissedilen mahv u fenâ veya ıstılâm’ın, yerinde şâyân-ı takdir bir kısım sonuçları olduğu gibi mahzurlu ve hatarlı neticelerinin olması da çok defa kaçınılmazdır: Bu seviyedeki ârif-i billâhın, tamamen [[allah|Allah’a]] müteveccih bulunduğundan -şer’î muvazeneyi koruma şartıyla- bütün mâsivâyı tâlî, hatta tâlînin de tâlîsi görmesi, her şeyi Hak tecellilerinden ibaret sayıp [[zahir|zâhir]] u [[batin|bâtınıyla]] O’nun ziya ve nurlarının bütün varlığı kuşattığını duyması takdire şâyân görülebilir. Şuursuzca [[sekir|sekr]] ve mahv u fenâ hissiyle nâsezâ, nâbecâ sözler söylemesi, şathiyyât ve hezliyât türünden lâkırdılar etmesi ise memnu, tehlikeli ve idlâl edicidir. Bu itibarla, şer’î ölçüleri şuuraltı müktesebât hâline getirememiş kimselerde mahv u fenâ veya sekr bazen sebeb-i haybet ve hüsran olabilir.”((A.g.e. s. 670.)) * “**Sübuhât-ı vech** veya envâr-ı Zât’ın zuhûru ise, yukarıdaki cemalî tecellilerden çok farklı öyle bir ziya tufanıdır ki, böyle bir mazhariyetle kuşatılan ârif-i billâh, nefsi dahil mâsivâ adına hiçbir şeyi göremez olur; hatta ehadiyet-i Zât’ın muhît ve mütemâdî şuaâtı karşısında esmâ ve sıfâtın envârını dahi hissedemez hâle gelir. Dahası bunlardan bazı müstağrak ruhlar ilim mertebesindeki temyiz ve taayyünü bile duymaz olurlar da ezelle alâkalı ‘ كَانَ اللهُ وَلَمْ يَكُنْ مَعَهُ شَيْءٌ - Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.’ Peygamber beyanına, lâyezâli de katma mülâhazasıyla, ‘ اَلآنَ كَمَا كَانَ’ ilavesinde bulunarak [[hal|hâllerinin]] ifadesi bütün bütün hakâik-i eşyayı göremez hâle gelirler ve Câmî gibi her şeye ‘hayâl’ deyiverirler.”((A.g.e. s. 671.)) * “Ne var ki, bu hâl bazılarında temâdî eder de bunlar mahv u [[sekir|sekr]] ve ıstılâm hâllerini [[hakikat|hakikat]]; bizim idrak ufkumuza giren şeyleri de tasavvurlarımızın ve tahayyüllerimizin ürünü olarak görürler. Bunların bazılarında da ‘berkî tecelli’ denen türden muvakkat envâr-ı Zât tufanı yaşandıktan sonra yeniden âlem-i fark’a dönmeler olur; olur da onlar, içinde bulundukları iç ihtisaslar atmosferinden sıyrılır ve zahirî [[ihsas|ihsaslar]] dünyasına avdet ederler. Böyleleri **sübuhât-ı vechin** kuşatan şuaları karşısında tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ruh-u şeriatla her zaman [[temkin|temkin]] soluklar ve [[teyakkuz|teyakkuz]] içinde bulunmaya çalışırlar. Bunun aksine, tabiatları mizan-ı şeriatla bütünleşememiş ve şuuraltları da diyanetin kontrolünde olmayanlar ise Zât-ı Bârî’yi de idrak alanları içinde mütalâa etme vartasına düşüverirler. Böyle bir durumda da had aşılmış, [[mutlak|mutlak]] takyid edilmiş, muhît de muhît olduğu aynı anda muhât kabul edilmiş olur.”((A.g.e. s. 671–672.)) * “Aslında [[talib|tâlib]], [[salik|sâlik]] veya ârif, ne zaman bu noktaya ulaşma azm ü kararı içinde bulunmuşsa, Hazreti Vehhâb da onu, değişik sürprizlerle ödüllendirmiş, ödüllendirip tehzîbe muvaffak kılarak arındırmış; iç ve dışını [[hurmet|hürmet]] ve huşûuyla süsleyerek haremgâh-ı sübhâniyesine kabule hazırlamış; [[hillet|hıllet]] sırlarını ruhuna duyurarak, yönelmesi gerekli olan mutlak mihrabı göstermiş; [[kalb|kalbî]] uzlet duygusuyla onun ruhunda tevhid-i kıble hissini bilemiş; tebeddülle de onu [[kalb|kalbî]] ve [[ruh|ruhî]] hayat ufkuna yükseltmiş; böylece sürekli vuslat gölgelerinde dolaştırarak letâifine hakikî vuslat neşvesini duyurup üns billâh’a namzet hâle getirmiş; sonra da, [[sir|sırrına]] sırr-ı Zât’ını [[ihsas|ihsas]] ederek gönlünü ‘Hazîratü’l-Kuds’ mülâhazalarıyla taçlandırıp **sübuhât-ı vechiyle** de bütün vuslat rüyalarını gerçekleştirmiştir. Bu suretle o, her şeyden elini eteğini çekerek bütün benliğiyle Hakk’a yönelmiş, Zât-ı Bârî de nur-u vechiyle ona gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ekstra teveccühlerde bulunmuştur. * Bu mülâhazayı Şems-i Sivasî ne hoş ifade eder: * ‘Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan, * Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan.’”((A.g.e. s. 672–673.)) ===== Dipnotlar =====