Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


kemal

Kemâl

  • Noksansızlık, kusursuzluk. Muhabbet vesilesi bir vasıf.
  • “Ey insan! Bil ki kemâl, fazlalık ihtimali olmayan ve noksanlık kabul etmeyen bir sıfattır. Bu sıfatla vasıflanan, sevilen bir varlık hâline gelir, kusur ve ayıplardan uzak kalır.”1)
  • “Şu kitab-ı kebir-i kâinat, Nasıl ki vücûd ve vahdete dair âyât-ı tekvîniyeyi bize ders veriyor; öyle de: O Zât-ı Zülcelâl’in bütün evsaf-ı kemâliye ve cemâliye ve celâliyesine de şehâdet eder. Ve kusursuz ve noksansız kemâl-i Zâtî’sini isbat ederler. Çünkü; bedihîdir ki, bir eserde kemâl, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemâline delâlet eder. Fiilin kemâli ise, ismin kemâline ve ismin kemâli, sıfatın kemâline ve sıfatın kemâli, şe’n-i zâtînin kemâline ve şe’nin kemâli, o zât-ı zîşuûnun kemâline, hadsen ve zarûreten ve bedâheten delâlet eder.”3)
  • Hayat musîbetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.”4)
  • “Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriye de cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsâna karşı sevmek vardır. Cemâl ve kemâl ve ihsân derecâtına göre, o muhabbet tezâyüd eder. Aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.”6)
  • “… nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saâdetin fihristesidir. Îmân, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayr, zâhir bir hak, faik bir kemâl görünüyor. Bilbedâhe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret; onun muhalifindedir.”7)
  • “Hattâ hadsiz kemâl ve cemâl-i ilâhînin tahakkukuna en zâhir bürhân ve en kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünkü kâinatın Sâni’i, Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki kemâlât ve cemâller, o Sâni-i Vâhid’de bulunan kudsî kemâlâtın ve cemâllerin gölgeleri ve cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhâtları olduğu bilinecek. Yoksa kâinatın kemâlâtı ve cemâlleri, mahlûkata ve şuûrsuz bir kısım esbaba âit kalacaktı. O vakit akl-ı beşer nazarında kemâlât-ı ilâhiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı.”8)
  • “Nasıl ki mahlûkatta faaliyet ve hareket bir iştah, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hatta denilebilir ki, her bir faaliyette bir lezzet nevi vardır; belki her bir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi bir kemâle müteveccihtir, belki bir nevi kemâldir. Madem faaliyet; bir kemâl, bir lezzet, bir cemâle işaret eder.. ve madem kemâl-i mutlak ve Kâmil-i Zülcelâl olan Vâcibü’l-vücûd, zât ve sıfât ve ef’âlinde bütün envâ-ı kemâlâta câmîdir. Elbette o Zât-ı Vâcibü’l-vücûd’un vücûb-u vücûduna ve kudsiyetine lâyık bir tarzda.. ve istiğnâ-yı zâtîsine ve gınâ-yı mutlakına muvafık bir surette.. ve kemâl-i mutlakına ve tenezzüh-ü zâtîsine münasip bir şekilde, hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve nihayetsiz bir muhabbet-i münezzehesi vardır.”9)
  • “Zât-ı Vâcibü’l-vücûd’un hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinatın aksamına inkısam etmiş olan cemâl ve kemâlin bütün envâı, O’nun cemâl ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir. İşte herhâlde cemâl ve kemâl sahibi, bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever, elbette esmâsının cemâlini gösteren sanatını sever. Öyle ise cemâl ve kemâline ayna olan masnûâtını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever; elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkatının mehâsinini sever.”10)
  • “… bakıyoruz ki kâinatta herhangi bir şey, hadd-i kemâle vâsıl olmayınca hareket etmekten durmuyor. Kemâline vâsıl olduğu zaman hareketi terk edip sükûnda oturur. Bundan anlaşılıyor ki vücud kemâli ister, kemâl de sübutu iktiza eder. Öyle ise, vücudun vücudu kemâl iledir. Kemâlin kemâli de devam ile olur. Öyle ise, bir Vâcib-i Sermedî, Kâmil-i Mutlak var ki mümkinatın bütün kemâlâtı, O’nun nur-u kemâlinin cilvelerine birer gölgedir. Öyle ise Cenâb-ı Hak; zâtında, sıfâtında, ef’âlinde kâmil-i mutlaktır.”12)
  • “… umum fünûnun şehadetleriyle ve nazar-ı hikmetten neşet eden istikrâ-yı tâmmın tasdikiyle sabittir ki: Hilkat-i âlemde maksud-u bizzat ve galib-i mutlak, yalnız hüsün ve hayır ve hak ve kemâldir. Amma şer ve kubuh ve bâtıl ise, tebeiye ve mağlûbe ve mağmûredirler. Eğer çendan savlet etseler de muvakkattır.”13)
  • “Her cemâl ve kemâl sahibi, cemâl ve kemâlini göstermek istemesine binaen, Cenâb-ı Hak da mutlak kemâlini ve kemâl derecesine varan mutlak cemâlini görmek ve göstermek istemiş ve kâinatı yaratmıştır.”14)
  • Aşk; şiddetli sevgi, iptilâ, düşkünlük, kemâl, cemal ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbettir ki, böylesine, daha ziyade mecazî aşk denegelmiştir. Bir de, cemali kemal noktasında, kemali cemal kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki, işte ona da hakikî aşk demişlerdir.”15)
  • “… büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün alâmeti ise tekebbürdür. İşte asıl mârifet de insanın sahip olduğu ilmini bu mülâhazalarla taçlandırabilmesidir. Bu da kemâl yudumlamış, olgunluğa ermiş ve nazarî bilgisini aksiyon hâline getirebilmiş insanların işidir. Alvarlı Efe Hazretleri, günde altı saat minderde oturup ilimle, sohbet-i Cânân’la meşgul olmasına, Zât-ı Ulûhiyet’in nâm-ı celîli anılınca beti benzi atmasına rağmen yine de ‘Ne ilmim var ne a’mâlim / Ne hayr u tâate kaldı / ecâlim, / Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim, / Aceb rûz-i cezâda nola hâlim.’ derdi.”16)
  • “Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemâli de onun istidat ve mârifet gayretiyle mebsuten mütenasiptir (doğru orantılı). Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın yanında irfan da önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur, kemâl adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur’ân ve Sünnet temel yörünge; mantık ve akılla istidlâl, beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.”17)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Ebu’l-Mevahib Cemaleddin Muhammed eş-Şazeli, Kavaninü Hükmi’l-İşrak, Dımaşk, 1309/1891, s. 101.
2)
Bkz. Marcia K. Hermansen, “Shāh Walī Allāh's Theory of the Subtle Spiritual Centers (Laṭāʾif): A Sufi Model of Personhood and Self-Transformation.” Journal of Near Eastern Studies, Vol. 47, No. 1, (Jan., 1988), s. 1–25.
3)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 324–325.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 10.
5)
A.g.e. s. 18.
6)
A.g.e. s. 73.
7)
A.g.e. s. 157–158.
8)
A.g.e. s. 404.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 324.
10)
A.g.e. 345.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 15.
12)
A.g.e. 54.
13)
Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 28.
14)
M. Fethullah Gülen, Çizgimizi Hecelerken (Prizma-8), İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 119.
15)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 236.
16)
M. Fethullah Gülen, Yolun Kaderi (Kırık Testi-15), İstanbul: Nil Yayınları, 2016, s. 234.
17)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 329.
kemal.txt · Son değiştirilme: 2025/01/08 12:13 Değiştiren: Editör