nefsulemr
Nefsü’l-Emr
- Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: ‘Cenâb-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.’ Demek emir ile güzellik; nehiy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubuh, mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrür eder. Şu hüsün ve kubuh ise, sûrî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Hâlbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebep, nefsü’l-emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mu’tezile der: ‘Hakikatte kabih ve fâsîddir. Lâkin senden kabûl edilir. Çünkü; cehlin var, bilmedin ve özrün var.’ Öyle ise, Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zâhir-i şeriate muvâfık olarak işlediğin ameline: ‘Acaba sahih olmuş mu?’ deyip vesvese etme. Fakat, ‘Kabul olmuş mu?’ de. Gururlanma, ucbe girme.”2)
- “Ey kalb-i insanî! Sen, nasıl bir güneşin aynası olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat güneşi, nefsü’l-emirde nasıl ise öyle göremezsin. O hakikati, çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.”3)
- “Nefyedenlerin dâvâları sûreten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihâd edemez ki kuvvetlensin. İsbat edicilerin dâvâları ittihâd ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: ‘Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.’ Başkası da, ‘Nazarımda yoktur.’ der. Daha başkası da öyle der. Her biri kendi nazarında ‘yoktur’ der. Her birinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur; birbirine kuvvet veremez. Fakat isbât edenler demiyor ki: ‘Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.’ Belki ‘Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür.’ der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve ‘Nefsü’l-emirde vardır.’ der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü’l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü’l-emirde nefiy isbât edilmez. Çünkü ihâta lâzımdır.”4)
- “Meselâ, şu menzilin dört duvarında dört tane endam aynası bulunsa, her bir ayna içinde her ne kadar o menzil öteki üç ayna ile beraber irtisam ediyor. Fakat her bir ayna, kendinin heyetine ve rengine göre eşyayı kendi içinde ihtiva eyler. Kendine mahsus misalî bir menzil hükmündedir. İşte şimdi iki adam, o menzile girse; birisi, birtek aynaya bakar, der ki: ‘Her şey bunun içindedir.’ Başka aynaları ve aynaların içlerindeki suretleri işittiği vakit, mesmûâtını o tek aynadaki iki derece gölge olmuş, hakikati küçülmüş, tagayyür etmiş o aynanın küçük bir köşesinde tatbik eder. Hem der: ‘Ben öyle görüyorum, öyle ise hakikat böyledir.’ Diğer adam ona der ki: ‘Evet sen görüyorsun, gördüğün haktır. Fakat vâkide ve nefsü’l-emirde hakikatin hakikî sureti öyle değil! Senin dikkat ettiğin ayna gibi daha başka aynalar var; gördüğün kadar küçücük, gölgenin gölgesi değiller.’”5)
- “… bin pencereden bir yıldızı görüp isbat eden bin adamın her birisi ötekisine yardımcı olur, sözünü takviye eder. Çünkü o bin adam, parmakla işaret eder gibi, o şeyi isbat ediyorlar. Nefyedenler öyle değildir. Çünkü nefiy için sebep lâzımdır; sebepler de ayrı ayrı olur. Mesela, birisi ‘Gözümde zaafiyet var, göremedim.’, ötekisi ‘Evimizde pencere yok.’, ötekisi ‘Soğuktan başımı kaldırıp bakamadım.’ der. Ve hâkeza… Her birisi nefyine, müddeâsına ayrı bir sebep gösterdiğinden, kendisince yıldızın bulunmaması, nefsü’l-emirde de yıldızın bulunmamasına delâlet etmez ki birbirine yardımcı olsun.”6)
- “Uzaklık, hakikatin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine, ne ise o olarak görülüp bilinmesine engel teşkil ettiği/edebileceği gibi, bazen yakınlık da görmeye mâni bir perde olabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden o ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen O’nu ve gökteki yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen insanlar vardı. Fakat diğer tarafta böyle bir mazhariyete yakınlığın farkında olan, bakmasını bilen ve bakmanın yanında meseleyi görme ile değerlendirip görme ile derinleştirenler ise, başlarının üzerinde tulu’ eden O hakikat güneşini gördü, O’nunla aydınlandı, O’ndan yudum yudum insibağ yudumladı ve O’nunla dünyevî-uhrevî saadete erdiler.”7)
- “Gaflet; dalgınlık, dikkatsizlik, insanın çevresinde olup bitenleri fark edememesi, eşyayı mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilememesi, görememesi, hissedememesi gibi mânâlara gelir. Başka bir ifadeyle gaflet; insanın yürüdüğü yolda yapması gerekli olan şeyleri tam olarak sezememesi, akıbetinden habersiz ve endişesiz yaşaması demektir.”8)
- “Seyr u sülûk, sâlikin tâlibken kısmen duyduğu, mürîd ufkunda televvünleriyle tanıştığı iman ve islâm hakikatlerini, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun bir kere de keşfen ve zevken tadıp duymanın, idrak edip anlamanın kalb ufku itibarıyla ayrı bir yoludur. Sözü edilip de çok defa ne olduğu bilinmeyen huzur dediğimiz iksir de kâse kâse işte bu yolda içilir.”9)
- “Arş O’nun arşı, Kürsî O’nun kürsîsidir ama O Müteâl Varlık’ın bunlarla münasebeti oturma, kurulma, yerleşme, tahayyüz etme ve ihtiyaç duyma şeklinde değildir. O, bildiğimiz varlık türlerinden değildir. Vücudu hakikî bir vücud ve kendindendir; ulemâ-i İslâm’ın ifadâtıyla, ‘Vacibü’l-Vücud’dur; zıddı, niddi ve misli yoktur. Kürsî ise bir mânâda O’nun emirlerinin tecellî ve tenfiz mahallidir ve bizim için arka planları kavranamayan nâkabil-i idrak hakikatlerden bir hakikat ve hayret duygularımızı tetikleyen bir muallâ duraktır. Şimdiye kadar onunla alâkalı pek çok şey ifade edilmiş ise de, bu yorumların hiçbirinin onun mahiyet-i nefsü’l-emriyesini aksettirdiği söylenemez. Söylenenler yanlış değildir ve idlâl ifade etmemektedir. Ama murad-ı ilâhî açısından, o hakikat-i uzmâya ‘delâlet-i bi’l-mutabaka’ ile delâlet ettiği de iddia edilemez.” 10)
- “Cenâb-ı Hakk’ın güzellerden güzel isimleri diyeceğimiz ‘esmâ-i hüsnâ’, ta devr-i risaletpenâhiden itibaren, ‘Zât-ı ulûhiyet’i evsâf-ı celâliye ve cemaliyesine uygun şekilde bilme ve tanıma adına yanıltmayan bir kaynak olmuş; onları doğru okuyup anlayanları inhiraflardan korumuş ve bu korunmuşlara ulûhiyet hakikatinin ‘hadd-i tâmm’ı ölçüsünde bilgi ifaza etmişlerdir. Mârifet yolculuğuna çıkan herkes, esmâ-i hüsnânın aydınlık çehrelerinde ve onların tecellî alanlarında imanda derinleşmeye yürümüş; mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî avlamış; O’nu mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun bilme hesabına bu isimleri birer sırlı anahtar gibi zâhir ve bâtın hâsselerinin eline vermiş ve onların araladığı kapılardan sızan ziya-i hakikatle O’nu görme, bilme ve duyma ufkuna yönelmiştir.”11)
Dipnotlar
1)
Ali ibn Muhammed es-Seyyid eş-Şerif Cürcani, Tarifat: Arapça-Türkçe Terimler Sözlüğü, tercüme ve şerh: Arif Erkan, İstanbul: Bahar Yayınları, 1997, s. 240.
2)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 293–294.
3)
A.g.e. s. 360–361.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 151.
5)
A.g.e. 89–90.
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 75.
7)
M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali (Kırık Testi-11), İstanbul: Nil Yayınları, 2012, s. 142.
8)
M. Fethullah Gülen, Yenilenme Cehdi (Kırık Testi-12), İstanbul: Nil Yayınları, 2013, s. 144.
9)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 698.
10)
A.g.e. s. 749.
11)
A.g.e. s. 796.
nefsulemr.txt · Son değiştirilme: 2024/12/20 14:21 Değiştiren: Editör