sifat-i_subhaniye
İçindekiler
Sıfât-ı Sübhaniye
- “Bir kısım sofîlere göre, Zât-ı Ulûhiyet mülâhazalarının ilk mirsâd-ı tefekkür noktasını, ef’âl ve âsâr âlemleri arkasındaki mâlûmiyetin sadık emâreleri sayılan esmâ-yı ilâhiye; bu ameliye-yi fikriye ve ihsâsiyenin ikinci kademesini, düşünce ve hislerimizi kuşatan ve Zât-ı Baht’la alâkalı hareket-i akliye, hareket-i fikriye ve tasavvurlarımızın sınırlarını belirleyen, daha doğrusu, Zât-ı Vacibü’l-Vücud’la alâkalı mütalâalarımızı, mülâhazalarımızı, hatta hislerimizi ve ihsaslarımızı, idrak ötesi memnû alana girmeme adına tahdit eden, çerçeve içine alarak sınırlandıran ve bize idrakimizin serhaddini gösteren –bu yaklaşım ‘Zât-ı Hak sıfatlarıyla muhattır.’ hakikatini tavzihe mâtuftur– sıfât-ı sübhaniye; bunların verâsını ise, evsâf-ı ilâhiyenin dahi dayandığı ‘şuûnât-ı rabbâniye’ ve ‘itibârât-ı kudsiye’ teşkil etmekte ve daha doğrusu bunlar birer mezâhir ve mecâlî vazifesi görmektedirler.”1)
- “Taayyün-ü sânî’ye –ona ayn-ı sâniye de denir– gelince o, bütün esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniyenin farklı mecâlî ve mezâhirde, tecellî-i vâhidiyet ve tecellî-i ehadiyet dalga boyunda, umum şuûn-u rabbâniye ve itibârât-ı sübhaniyenin unvanı kabul edilegelmiştir. Evet, değişik varlıkların hâricî vücud açısından ortaya çıkmadan evvel ilm-i ilâhîdeki taayyünlerine a’yân-ı sâbite veya âlem-i ceberût dendiği gibi, her şey ve her nesnenin kendilerine bahşedilen istidat ve kabiliyetlerine göre farklı aynalar halinde esmâ-i ilâhiyeye müstenid onu duyurup hissettirmelerine ve tecellî-i ehadiyet –bazılarına göre tecellî-i vâhidiyet– çerçevesinde levh-i mahv u isbata aksedişlerine de a’yân-ı sâniye denmiştir. Bu arada, a’yân-ı sâniyeyi hilkat merâtibi veya katmanları açısından âlem-i ervâh gibi fizik ötesi varlıklarla yorumlayanlar da olmuştur.”2)
- “Hak yolcusu için ilk duyulup hissedilen sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i ilâhiye ile alâkalı bâtın mücerret bir bâtındır ki; buna izafî bâtın da denir. Bunun ötesinde vicdanda inkişaf edip müntehînin iç dünyasını saran âlem-i zâta ait bir bâtın vardır ki, o da ‘ebtanu’l-bevâtın’ diye anılagelmiştir. Bu itibarla da, bâtın ufkuna ulaşan bir hayli kimse olmasına karşılık, esrar-ı ulûhiyete vâkıf insan sayısı oldukça azdır.”3)
- “… her insanın ruhu bir mânâda melekûta açıktır ve ona bakmaktadır ki, erbabı bu zaviyeden bir bakış, duyuş ve sezişe ‘feth-i karîb’ demişler; sıfât-ı sübhaniye ve âlem-i ceberûta nâzır kalbin ihsas ve imtisaslarına ‘feth-i mübîn’ unvanı vermişler; âlem-i lâhuta müteveccih bulunan sırrın müşâhedelerini de ‘feth-i mutlak’ pâye-i mübecceli ile yâd edegelmişlerdir. İnsan Cennet’e de ebediyete de, Cennet’te rü’yet ve rıdvana da bu latîfeleriyle namzettir.”4)
- “Lafz-ı Celâl ve İsm-i Âzam da denen ‘Allah’ kelime-i mübarekesi, kendini bize ‘Esmâ-i Hüsnâ’sıyla bildiren ve sıfât-ı sübhaniyesiyle zihin, mantık ve muhâkemelerimize bir çerçeve vaz’eden, bütün esmânın Müsemmâ-i Akdesi ve bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Münezzehi, ulûhiyet tahtının biricik mâliki ve rubûbiyet arşının sahib-i bîmisali Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın adıdır. Seyyid Şerif’in de ifade ettiği gibi, ‘Allah’ lafz-ı mübareği ‘min haysü hüve’ Zât-ı İlâhiyenin ism-i hâssıdır ve usûlüddin ulemâsınca o bir ism-i Zât’tır. Aynı zamanda ‘İsm-i Celâl’ ve ‘İsm-i Âzam’ diye de bilinen bu mübarek kelime hususî mânâda ‘İsm-i Âzam’ olarak da zikredilmektedir.
- Zât-ı Ulûhiyet’e ait bütün isimler birer esmâ-i sıfât, ‘Allah’ lafzı ise bir ism-i Zât’tır ve bütün ilâhî isimleri ya bililtizam veya bittazammun ihtiva etmektedir. Şöyle ki, bir insan, ‘Lâ ilâhe ille’l-Kuddûs.. ille’r-Rahîm.. ille’l-Azîz… ilâ âhir.’ gibi cümlelerle imanını ilan etse, bu cümleler esmâ-i hüsnâsıyla mâlum, sıfât-ı sübhaniyesiyle mâruf ve muhât o Zât’ı tam ifade edemediğinden maksat hâsıl olmaz. Zira böyle diyen biri, farkına varsın varmasın, daire-i ulûhiyet ve rubûbiyeti ‘Kuddûs’, ‘Rahîm’ ve ‘Azîz’ isimlerinin tecellî alanlarına inhisar ettirerek muhîti muhât hâline getirmiş ve bir mânâda daire-i ulûhiyeti tahdit etmiş olur.”5)
- “Biz O’nu, Rahmân, Rahîm, Ehad, Samed, Ferd, Hayy, Kayyûm, Kadîm, Kâdir, Âlim, Semî’, Basîr, Azîz, Cebbar, Cemîl, Celîl, Kebîr, Cevâd, Raûf, Mütekebbir, İlâh, Seyyid, Mâlik, Rab, Hakîm, Mütekellim, Hâlık, Rezzak… gibi yüzlerce isimleriyle; hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, izz, hikmet, kibriyâ, ceberût, kıdem, bekâ, kelâm, meşîet ve emsali onlarca sıfatlarıyla tanımaya çalışırız. Bütün bunlarla beraber yine de, O’nu tam bildiğimizi, bileceğimizi iddia edemeyiz; edemeyiz de مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ ‘Ey Mâruf, Seni hakkıyla bilemedik.’6) sözleriyle nefes alır verir ve اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ ‘O’nu idrak edememe idraktir.’7) mülâhazasına sığınırız. Allah, idrak edilemez, zira O, ihata edilemeyecek ölçüde her şeyi muhîttir. Bu itibarla da, O’nun tam ihata edileceğini iddia etmek, muhîtin muhît olduğu aynı anda muhât olabileceğini düşünme demektir ki, bu da açıkça bir tenakuzdur. Kaldı ki, O’nu bilmede bizim ışık kaynaklarımız sayılan bütün müştak isimler de ne teker teker ne de hepsi birden hakikat-i Hakk’ın künh-ü ehadiyetine ulaştırmada yeterli değil, aksine kâsırdırlar. Mantıklar, muhâkemeler, esmâ-i hüsnânın gölgesinde ancak yine O’nun dileyip murad ettiği kadar Zât-ı Sübhanî hakkında bilgi ve mârifet sahibi olabilirler.. evet, O’nun hakkında bizim bildiğimiz ve bileceğimiz her şey işte bundan ibarettir. Alman şair-i şehîri ne hoş söyler:
- ‘O’nun hakkında ne söylersek söyleyelim, künh-ü Bârî nâkabil-i idraktir. İnsanın Zât-ı Hak’la alâkalı ancak müphem bir ihtisası ve tahminî bir fikri olabilir. Evet biz hem kendi ruhumuzda hem de tabiatta Allah’ın varlığını hep sezip duruyoruz; öyleyse, O’nun künhünü bilip bilmememiz ne ifade eder ki!’ Aslında biz Allah’ı yüzlerce isim ve bîpâyan sıfatlarla yâd etsek de yine de ifadelerimiz hakikatin pek çok dûnunda kalacaktır. Mademki, ulûhiyet dediğimiz Vücud-u Âzam yalnız insanda değil, büyük-küçük âlemin bütün şuûnunda ve tabiatın zengin ve mukayyet sinesinde değişik tecellîlerle kendini ifade etmektedir. Böyle bir Zât hakkında tavsîf-i beşer ne ölçüde yeterli olabilir ki…’ der ve O’na karşı saygılı, kendimiz adına da temkinli olmayı yeğleriz.
- Böyle bir mülâhazadan ötürü olmalıdır ki, hem kibâr-ı mütekellimîn hem de pek çok sofî, O’nu ıtlakındaki derinlik ve ihatasındaki enginlik itibarıyla ‘Hû’ zamiriyle anmayı bir mânâda tercih etmiş ve mülâhazalarını onun kuşatıcılığına bağlamışlardır. Evet, ‘Hû’ Zât-ı Hakk’ı, bütün celâlî tecellîleri, umum cemalî celevâtı, topyekün esmâ-i hüsnâsı ve bilcümle sıfât-ı sübhaniyesiyle ifade edecek genişlikte sırlı bir kelimedir. Onun bu ihata ve vüs’atinden dolayı olmalıdır ki, mercii mülâhazaya alınması şartıyla, bu zamiri İsm-i Âzam addedenler de olmuştur. Herhâlde ona makam-ı tevhidi tam ifadede İsm-i Âzam demek daha uygun olur.
- Zât-ı Ulûhiyet’e, ehadiyeti itibarıyla bakılınca, esmâ ve sıfâttan kat-ı alâka ile ondan Zât-ı Baht kastedilir. Vâhidiyet açısından nazar edildiğinde ise, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniye de duyulur, sezilir. Burada vicdanın, O’nu bütün âsârı, ef’âli, esmâsı ve sıfatlarıyla da mülâhazaya aldığı olur ki, bu da daire-i rubûbiyetin duyulup sezilmesi demektir.
- Hakikî hakaik-i vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud’u ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, ‘Tam kavradım, ihata ettim.’ diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfatların da bilinmesi zarurîdir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir.”8)
- “Şu kusursuz, fütursuz,هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise, bilmüşahede, bir Müessir-i Zi’l-iktidarın kemâl-i ef’âline delâlet eder. O kemâl-i ef’âl ise, bilbedâhe, o Fâil-i Zülcelâlin kemâl-i esmâsına delâlet eder. O kemâl-i esma ise, bizzarure, o esmânın Müsemmâ-i Zülcemâlinin kemâl-i sıfatına delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i sıfat ise, bilyakîn, o Mevsûf-u Zülkemâlin kemâl-i şuûnuna delâlet ve şehadet eder. O kemâl-i şuûn ise, bihakkılyakîn, o zîşuûnun kemâl-i Zâtına öyle delâlet eder ki, bütün kâinatta görünen bütün envâ-ı kemâlât, Onun kemâline nisbeten sönük bir zıll-i zâif suretinde bir Zât-ı Zülkemâlin âyât-ı kemâli ve rumûz-u celâli ve işârât-ı cemâli olduğunu gösterir.”9)
- “… faaliyet hakikati içinde tezahür eden rubûbiyet hakikati, ilim ve hikmetle halk ve îcad ve sun’ ve ibda’ .. nizam ve mizan ile takdir ve tasvir ve tedbir ve tedvir.. kasd ve irade ile tahvil ve tebdil ve tenzil ve tekmil.. şefkat ve rahmetle it’am ve in’âm ve ikram ve ihsan gibi şuûnâtıyla ve tasarrufatıyla kendini gösterir ve tanıttırır. Ve tezahür-ü rubûbiyet hakikati içinde bedâhetle hissedilen ve bulunan ulûhiyetin tebarüz hakikati dahi esmâ-yı hüsnânın rahîmâne ve kerîmâne cilveleriyle ve yedi sıfât-ı subûtiye olan hayat, ilim, kudret, irade, sem’, basar ve kelâm sıfatlarının celâlli ve cemâlli tecellileriyle kendini tanıttırır, bildirir.”10)
Ayrıca Bakınız
Dipnotlar
1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 208.
2)
A.g.e. s. 232.
3)
A.g.e. s. 561.
4)
A.g.e. s. 615.
5)
A.g.e. s. 733.
6)
El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/410; El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 4/79, 17/202.
7)
El-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 4/252; Es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, 1/103.
8)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 736–738.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 325.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 135.
sifat-i_subhaniye.txt · Son değiştirilme: Değiştiren: Editör