Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


suunat-i_ilahiye

Şuûnât-ı İlahiye

  • “Bütün sıfât ve şuûnât-ı ilâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrârlı ahvâl ve sıfât ve hissiyât, ‘ene’de münderiçtir.”1)
  • “… bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerrâtı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِير sırrıyla, sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz. Fakat,وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَاْلعَزِيزُ الْحَكِيم sırrıyla, mesel ve temsil ile şuûnâtına ve sıfât ve esmâsına bakılır. Demek, mesel ve temsil, şuûnât nokta-i nazarında vardır.”2)
  • “… üslûb-u Kur’ânî’de öyle bir cezâlet ve selâset ve fıtrîlik var ki, güyâ Kur’ân bir hâfızdır; kudret kalemiyle kâinat sayfalarında yazılan âyâtı okuyor. Güyâ Kur’ân, kâinat kitabının kıraâtıdır ve nizamâtının tilâvetidir ve Nakkaş-ı Ezelîsinin şuûnâtını okuyor ve fiillerini yazıyor.”3)
  • “(Hayat) şuûnât-ı ilâhiyenin gayet câmi bir aynasıdır.”4)
  • “… Zât-ı Hayy-ı Kayyûm-u Zülcelâl’in elbette hiçbir cihetle misli, nazîri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhâldir. Yalnız, mesel ve temsil sûretinde şuûnât-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihât, bu mesel ve temsil nev’indendirler.”5)
  • “Madem her bir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemâl, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemâldir ve madem zîhayat âleminde dâimî ve ezelî bir hayattan neşet eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zât’ın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezâsı olarak hadsiz derecede –tâbirde hatâ olmasın– bir aşk-ı lâhûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuûnât-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuûnât böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallâkıyetle kâinatı dâimâ tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.”6)
  • “Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz’î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrûr olursa; elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve rûhları, bir sefine-i rahmânî olan küre-i arz gemisine bindirerek; rûy-u zemini, envâ-ı mat’ûmâtla ve bütün duyguların ezvâk ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-yı rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlûkatını aktâr-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrûr etmekle beraber, dâr-ı bekâda cennetlerinden her birini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’a âit olarak o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesrûriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tâbirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuûnât-ı ilâhiyeyi, ‘memnuniyet-i mukaddese’, ‘iftihar-ı kudsî’ ve ‘lezzet-i mukaddese’ gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rubûbiyettir ki, bu dâimî faaliyeti ve mütemâdî hallâkıyeti iktizâ eder.”7)
  • “… esmâ-yı hüsnânın umumunda, her birisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuûnât-ı ilâhiyeye medâr olduklarından, hallâkıyet-i daimeyi iktizâ ederler.”8)
  • “(İnsan) şuûnât-ı ilâhiyeye aynadarlık eder. Yani kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişâf eden sem’ ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un sem’ ve basar gibi sıfatlarına aynadarlık eder, bildirir.
  • Hem insan, hayatında bulunan ve inkişâf etmeyen ve his ve hassasiyet sûretinde galeyan eden ve kesretli bir sûrette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un şuûnât-ı kudsiyesine aynadarlık eder. Meselâ, o hassasiyet içinde; sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrûr olmak, müferrah olmak gibi mânâlar ile Zât-ı Akdes’in kudsiyetine ve gınâ-yı mutlakına münasip ve lâyık olmak şartıyla, o neviden olan şuûnâtına aynadarlık eder.
  • Hem insan, nasıl ki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelâl’in sıfât ve şuûnâtına bir mikyas-ı mârifettir ve cilve-i esmâsına bir fihristedir ve şuûrlu bir aynadır ve hâkezâ çok cihetlerle Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’a aynadarlık eder.”9)
  • “Bu gelecek Beş İşaret’te, şuûnât-ı rubûbiyeti rasat etmek için birer sönük, küçük dürbün nev’inden birer temsil yazılacaktır. Bu temsiller şuûnât-ı rubûbiyetin hakikatini tutamaz, ihata edemez, mikyas olamaz, fakat baktırabilir. O gelecek temsilâtta ve geçen remizlerde, Zât-ı Akdes’in şuûnâtına münasip olmayan tâbirât, temsilin kusuruna aittir. Meselâ lezzet ve sürûr ve memnuniyetin bizce mâlûm manaları, şuûnât-ı mukaddeseyi ifade edemiyor; fakat birer unvan-ı mülâhazadır, birer mirsad-ı tefekkürdür.”10)
  • “Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm ve Vedûd, mukteza-yı rahmet ve hikmet ve vedûdiyet olarak kâinat fabrikasına hareket veriyor. Her bir vücûd-u fâniyi çok bâki vücûdlara çekirdek yapar, makâsıd-ı rabbâniyesine medar eder, şuûnât-ı sübhâniyesine mazhar kılar, kalem-i kaderine mürekkep ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar.”11)
  • “… nasıl Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfâtında nazîr ve şebih ve misli yoktur; öyle de şuûnât-ı rubûbiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlûkat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez.
  • Öyle ise şu tâbirâtı, müteşabihat nev’inden tutup deriz ki: Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un vücûb-u vücûduna ve kudsiyetine münasip bir tarzda ve istiğnâ-yı zâtîsine ve kemâl-i mutlakına muvafık bir surette, muhabbeti gibi bazı şuûnâtı var ki, Miraciye macerasıyla onu ihtar ediyor.”12)
  • “Bir kısım sofîlere göre, Zât-ı Ulûhiyet mülâhazalarının ilk mirsâd-ı tefekkür noktasını, ef’âl ve âsâr âlemleri arkasındaki mâlûmiyetin sadık emâreleri sayılan esmâ-yı ilâhiye; bu ameliye-yi fikriye ve ihsâsiyenin ikinci kademesini, düşünce ve hislerimizi kuşatan ve Zât-ı Baht’la alâkalı hareket-i akliye, hareket-i fikriye ve tasavvurlarımızın sınırlarını belirleyen, daha doğrusu, Zât-ı Vacibü’l-Vücud’la alâkalı mütalâalarımızı, mülâhazalarımızı, hatta hislerimizi ve ihsaslarımızı, idrak ötesi memnû alana girmeme adına tahdit eden, çerçeve içine alarak sınırlandıran ve bize idrakimizin serhaddini gösteren –bu yaklaşım ‘Zât-ı Hak sıfatlarıyla muhattır.’ hakikatini tavzihe mâtuftur– sıfât-ı sübhaniye; bunların verâsını ise, evsâf-ı ilâhiyenin dahi dayandığı ‘şuûnât-ı rabbâniye’ ve ‘itibârât-ı kudsiye’ teşkil etmekte ve daha doğrusu bunlar birer mezâhir ve mecâlî vazifesi görmektedirler.”13)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 585.
2)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 125.
3)
A.g.e. s. 160.
4)
A.g.e. s. 409.
5)
A.g.e. s. 424.
6)
A.g.e. s. 431.
7)
A.g.e. s. 433.
8)
A.g.e. s. 434.
9)
A.g.e. s. 439.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 330.
11)
A.g.e. s. 336.
12)
A.g.e. s. 347.
13)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 208.
14)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 460.
suunat-i_ilahiye.txt · Son değiştirilme: Değiştiren: Editör