“… varlığın perde arkasına açık bir ârif, hakâik-i ilâhiye ve mutlak vahidiyet yanında kevnî hakikatleri de müşâhede eder ama, başkaları gibi iltibasa girmez.. evet, bir mânâda her şeyin mütelâşî olup gittiğini hissetse de, her nesneyi diğerinden aklen farklı ve hissen bir
muayyeniyet ve imtiyaz içinde görür; tecessüslerini fark içinde sürdürür.. sürdürür de ne müşâhede ve mükâşefenin vâridlerini görmezlikten gelir ne de
his ve akl-ı selimin imtisaslarına karşı lâkayt kalır. Aksine, bu ufka otağını kurmuş bir ârif-i billah, duyup hissettiklerini bazen hakikat ve izafet, asıl ve zıll mülâhazalarıyla dile getirir; bazen de اَلْحَقِيقَةُ وَاحِدَةٌ وَالتَّعَيُّنَاتُ مُتَعَدِّدَةٌ “Aslî hakikat tek, harice akseden ayân ise müteaddittir.” diyerek duygularını soluklar ve hep aynı eksen üzerinde hareket eder durur.”
3)