Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


irade

İrade

  • “İsteme, dileme, arzu ve isteklerin gerçekleştirilip ortaya konması yeteneği veya iki şeyden birini tercih etme mânâlarına gelen irâde; hayatını kalb ve ruh seviyesinde yaşayanlarca: ‘Nefsin isteklerini aşma, bedenin arzularına başkaldırma, Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek kendine rağmen her yerde ve her durumda O’nda ve O’nun murâdında fâni olma’ şeklinde anlaşılmış ve tarif edilmiştir.”1)
  • İrade-i külliye bilkuvve (potansiyel) bir dileme, isteme ve seçme kabiliyetidir ki, bizimle beraber yaratılmış –şahıstan şahısa küçük bir kısım farklılıklar mahfuz– hiçbir hareket ve aktivitenin söz konusu olmadığı durumlarda bile, mahiyetimizde hep mündemiç ve vicdan mekanizmasının da harekete hazır bir rükn-ü sâmiti sayılır. Böyle bilkuvve bir iradenin hususî ve muayyen bir işe sarf edilmesine gelince ona ‘irade-i cüz’iye’ denir ki, biz, böyle belli bir iş, belli bir hareket istikametinde ortaya konan isteme, dileme, tercihte bulunmaya ‘cüz’î irade’ dediğimiz gibi onu ‘kasıt’, ‘azim’, ‘ihtiyâr’ sözcükleriyle ifade ettiğimiz de olur.”2)
  • “İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz’î ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu da herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir. İşte irade, hiçbir ağırlığı olmayan böyle izafî bir vücuda sahiptir. Şu kadar var ki o, Cenâb-ı Hakk’ın icraat ve yaratmasına bir şart-ı âdidir. Yani o kendine düşeni yaptığı zaman –ki bu ya meyelandır ya da meyelandaki tasarruftur–Cenâb-ı Hak onun istediği fiili yaratır. Demek oluyor ki, ister meyelan, isterse meyelandaki tasarruf, haddizatında haricî bir vücuda sahip olmamakla beraber, yaratma işi bu meyelan veya meyelandaki tasarrufa bağlı kılındığı içindir ki, irade apayrı bir değer ve kıymet kazanmaktadır.”3)
  • “İnsanın iradesi de böyle bir plan ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. ‘Cüz’î ihtiyarî’ veya ‘irade-i cüz’iye’ dediğimiz bu planın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek şey ise Cenâb-ı Hakk’ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah’ın yaratması bu plana göre olmaktadır. Zaten mesuliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.
  • Bizim irademiz, zatında kıymet ve ağırlığı olmayan bir şey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plan üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz ameller ‘hasenat’ nevinden ise mükâfat kazanırız; yok eğer ‘seyyiat’ türünden ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdi olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini Kendi yaratmasına âdi bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır.”4)
  • “Her şey, evvelâ zihinde bir tasarı olarak belirir. İkinci bir teveccühle planlaştırılır. Daha sonra da azim ve kararlılıkla tahakkuk ettirilir. Bu ilk tasarı ve plan olmadan, herhangi bir işe başlamak neticesiz olacağı gibi, irade ve azim görmeyen her tasarı ve plân da akîm ve neticesiz kalacaktır.”5)
  • İradenin Allah’ın gösterdiği istikamette ve makul sınırlar içinde kullanılması da çok önemlidir. Meselâ sizler, savunageldiğiniz dava adına ölesiye koşturur ama iradenizin hakkını tam vermez, onu dengeli bir biçimde kullanmaz, kullanamaz veya iradenizi kuvvetlendirecek sair unsurlar ile onu besleyemezseniz, birtakım önü alınmaz yanlışlıklar içine düşmeniz her zaman söz konusu olabilir. Yani Asr-ı Saadet şablonunu, içinde yaşanılan şartları, insan ve irade faktörünü hesaba katmadan, ‘Hizmet için sokağa dökülecek, silahlı mücadele yapacak, siyasî yolları deneyecek, âlemle yaka paça olacak ve hedefe bu yolla yürüyeceğiz.’ der ayak diretirseniz, irade mevzuunda imtihanı kaybetmiş sayılırsınız. Hâlbuki irade, mantıkî ve hissî boşluklara çarpmamalı, çeşitli destekleyici unsurlarla daima beslenmelidir. Hatta bu bağlamda irade mutlaka şuur ile birleştirilmelidir.”6)
  • İnsanın mahiyetine bir ‘irade kabiliyeti’ yerleştirilmiştir ki, eğer insan, bu iradesini iyiye kullanabilirse o, cemâdât ve hayvanatı çok geride bırakacağı gibi, bazen meleklerin önüne de geçebilecektir.”7)
  • Din, başta da işaret edildiği gibi, akıl ve şuur sahiplerini muhatap alır; onları kendi ihtiyar ve seçenekleriyle, dünyevî-uhrevî hayra yönlendirir ve icabet edenlere de ebedî saadetler vaad eder. Din karşısında mükelleflerin yeri, onların bazı sorumluluklar altında ezilmeleri değil; ‘Yaradan bilir’ esprisinden hareketle, iyinin, güzelin, hayrın ve ebedî mutluluğun, Allah’ın ilim, irade ve takdiriyle –şart-ı âdî planında– onların iradelerine bağlanması gibi küllî meşîetin, önceden onlara bahşedilmiş cüz’î ihtiyara bir teveccühü ve bir iltifatıdır. Bu yönüyle de o, değişik din şeklindeki organizasyonlardan çok farklı, ulûhiyet edalı ve ubûdiyet ifadelidir. Bir kere her şeyden evvel, bu dinin muhatapları akıl ve irade sahibidirler ve Allah’ın vaz’ettiği nizamı yaşamaya ve temsile çalışırlar. Bu itibarla da dini, özel bir donanıma karşı özel bir teveccüh şeklinde yorumlamak da mümkündür. Zira akıl ve irade mahrumları onunla mükellef tutulmamışlardır ve onlar için bizzat hayra sevk gibi bir iltifat da söz konusu değildir.”8)
  • Azm, kararlılık, irade ve dönme bilmeme gibi mânâlar için kullanılır. Başına ‘ulû’ kelimesi getirilince de mânâ, azim ve karar sahipleri olur.”9)
  • “Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vahid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelâlin sıfât-ı mutlakasını ve şuûn-u mukaddesesini o ölçülerle bilmektir. Meselâ, sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iradenle bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır.”10)
  • “Küre-i hava diyor ki: Bu hadis, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki: Küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi.. ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hâzır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”11)
  • “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, Latife-i Rabbâniye: Her birinin bir gayat-ül gayatı var. İradenin ibadetullahtır. Zihnin mârifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedatullahtır. İbadet-i kâmile dördünü tazammun eder. Şeriat şunların i’tidal ve muvazenetlerini muhafaza ve gayat-ul gâyatına sevkettiği gibi, nefsin fıtraten serbest bırakılmış olan kuva-ı selâsesini ifrat ve tefritten kurtarıp hikmet, iffet, şecaâtı tazammun eden adalet noktasına sevk eder.”12)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 169.
2)
A.g.e. s. 625.
3)
M. Fethullah Gülen, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 31–32.
4)
A.g.e. s. 32–33.
5)
A.g.e.
6)
M. Fethullah Gülen, Prizma-1, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 170.
7)
M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2007, s. 765.
8)
M. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru (Ruhumuzun Heykelini Dikerken-2), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 178.
9)
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-3, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 76.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 136.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 114.
12)
Bediüzzaman Said Nursî, Asar-ı Bediyye, İstanbul: Envar Neşriyat, 2019, s. 41.
irade.txt · Son değiştirilme: 2024/03/17 17:20 Değiştiren: Editör