Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


mana-yi-ismi

Mânâ-yı İsmî

  • Mânâ-yı ismî ve mânâ-yı harfî kelimeleri nahiv ilmine ait birer kavramdır. İsim, müstakil bi’l-mânâdır. Yani söylendiği zaman karşı taraftaki insan onunla ne kastedildiğini anlar. Harf ise kendi kendine anlaşılmaz. Çünkü onun müstakil bir mânâsı yoktur. Mesela Arapçadaki ‘ba’, ‘min’, ‘ila’ ve ‘fî’ gibi harf-i cerler işitildiğinde, zihinde bir mânâ oluşmaz. Bunlarla ne kastedildiğinin anlaşılması için harf-i cerrin taalluk edeceği başka bir kelimeye ihtiyaç duyulur. İşte Hazreti Pîr, mantığa ait birer kavram olan küll ve cüz tabirlerini, onlara kendine göre farklı mânâlar yükleyerek kullandığı gibi, nahivcilerin ıstılahında yer alan mânâ-yı ismî ve mânâ-yı harfî kavramlarına da farklı anlamlar yükleyerek onları varlığı yorumlamada anahtar birer kavram olarak kullanmıştır. Buna göre kâinata mânâ-yı ismî ile yani bizzat kâinat ve esbâb hesabına bakmayı hatalı bulmuş; bunun yerine kâinata mânâ-yı harfî nazarıyla bakarak nimete bakıldığı zaman Mün’im’in, sanata bakıldığı zaman Sâni’in, sebeplere bakıldığı zaman da Müessir-i Hakiki’nin zihne gelmesi gerektiğini ifade etmiştir.”1)
  • “… Kur’ân-ı Hakîm, şu Kur’ân-ı Azîm-i Kâinât’ın en âlî bir müfessiridir ve en beliğ bir tercümanıdır. Evet, o Furkan’dır ki: Şu kâinatın sayfalarında ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekvîniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri, birer harf-i mânidâr olan mevcudata ‘mânâ-yı harfî’ nazarıyla, yâni onlara Sâni’ hesabına bakar; ‘Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemâline delâlet ediyor!’ der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.
  • Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; hurûf-u mevcudatın tezyînâtında ve münâsebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış… Şu kitab-ı kebîrin hurufâtına ‘mânâ-yı harfî’ ile, yâni Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip ‘mânâ-yı ismî’ ile, yâni; mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. ‘Ne güzel yapılmış’a bedel, ‘Ne güzeldir!’ der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”2)
  • “… her şey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur. Fakat mânâ-yı harfiyle ve Sâni-i Zülcelâl’in esmâsına aynadarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibarıyla şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuttur.”3)
  • “… mevcudâtı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip, esmâ-yı hüsnâsının mazhariyet ve aynadarlık vazifesinde istimâl ederek mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u dâimîye girmektir. Her şeyde Cenâb-ı Hakk’a bir yol bulmaktır. Elhâsıl: Mevcudâtı; mevcudât hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.”4)
  • “Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfî ile sev. Mânâ-yı ismiyle sevme. ‘Ne kadar güzel yapılmış.’ de. ‘Ne kadar güzeldir.’ deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü bâtın-ı kalb, ayna-yı Samed’dir ve O’na mahsustur.”5)
  • “Çok Sözler’de izah ettiğimiz gibi her şey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte ‘hiç’tir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî sabit bir vücûdu yok ve yalnız kendi başıyla kâim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa ‘hiç’ değil; çünkü onda cilvesi görünen esmâ-yı bâkiye var. Mâdum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır, sabittir, hem yüksektir; çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir.”6)
  • “… umum merâtib-i velâyette mârifetullahtan gelen muhabbet, en mühim mâye ve iksirdir. Fakat muhabbetin bir vartası var ki; ubûdiyetin sırrı olan niyazdan, mahviyetten naza ve dâvâya atlar, mizansız hareket eder. Mâsivâ-yı ilâhiyeye teveccühü hengâmında, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismîye geçmesiyle tiryak iken zehir olur. Yani; gayrullahı sevdiği vakit, Cenâb-ı Hak hesabına ve O’nun nâmına, O’nun bir ayna-yı esmâsı olmak cihetiyle rabt-ı kalb etmek lâzımken; bazen o zâtı, o zât hesabına, kendi kemâlât-ı şahsiyesi ve cemâl-i zâtîsi nâmına düşünüp, mânâ-yı ismiyle sever. Allah’ı ve peygamberi düşünmeden yine onları sevebilir. Bu muhabbet, muhabbetullaha vesile değil, perde oluyor. Mânâ-yı harfî ile olsa muhabbetullaha vesile olur, belki cilvesidir denilebilir.”7)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

  • Şadi Eren, “Risale-i Nur Penceresinden Kâinata Bir Bakış”, Yeni Ümit, sayı: 44, 1999.

Diğer Diller

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Mefkûre Yolculuğu (Kırık Testi-13), İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 100–101.
2)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 139–140.
3)
A.g.e. s. 520.
4)
A.g.e. s. 521.
5)
A.g.e. s. 698.
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 61–62.
7)
A.g.e. s. 507.
mana-yi-ismi.txt · Son değiştirilme: 2024/07/31 15:57 Değiştiren: Editör