Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


kader

Kader

  • Allah’ın ezelî ilmiyle bütün yaratılışı takdir etmesi.
  • Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hâl ve geleceği bir nokta gibi görüp bilen ve esasen Kendisi için geçmiş, hâl ve gelecek diye hiçbir şey mevzuubahis olmayan Cenâb-ı Hakk’ın mikro âlemden makro âleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo âlem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kâinatı ilmî planda, ilmî vücudlarıyla planlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp, irade, kudret ve meşîet planına geçirmesi, haricî ve varlık âleminde göstermesi adına olup bitecek her şeyi daha olmadan evvel İmam-ı Mübîn’de tesbit ve takdir etmesidir.”1)
  • Bizim irademiz, zatında kıymet ve ağırlığı olmayan bir şey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plan üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz ameller ‘hasenat’ nevinden ise mükâfat kazanırız; yok eğer ‘seyyiat’ türünden ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdi olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah’tır; ama insanın iradesini Kendi yaratmasına âdi bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır.”2)
  • Kader, mü’mini yürüyeceği yoldan alıkoyan bir husus olmaktan daha çok hakkımızda yapılan ilâhî takdirden ibarettir. Bu çerçevede bize düşen, ona inanmak ve teslim olmaktır. Bu inanç ve teslimiyet içinde, meselâ, Hz. Osman, Hz. Ali ve İskilipli Âtıf Hoca, başlarına geleceği bilmelerine rağmen, varacakları hedefe tam bir tevekkülle ve fütursuzca yürümüşlerdir.”3)
  • “Bir mübtedinin, aklından dolayı Mutezile’ye kayması nasıl tabiî ise, bir müntehinin de eşyanın hakikî yüzüne vâkıf olmasından dolayı cebr-i mutavassıt olması aynı ölçüde tabiî ve fıtrîdir. Ama cebr-i mutavassıt veya Mutezile’yi değil, İmam Mâturidî’nin orta yolunu esas almak gerekir. Evet, Allah kader planında geleceği belirlerken, o muhit ilmiyle her şeyi sizin beden ve ruh kalıbınıza göre biçip diker. Sizin iradenizle birlikte meşîet-i ilâhiye böylece taalluk eder. Âyân-ı sâbiteye hiçbir kimsenin ufku ulaşamaz. Oraya, yani o ilm-i ilâhîyi müşâhedeye, ancak Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ulaşabilir.”4)
  • Kader ve cüz-ü ihtiyârî, İslâmiyet’in ve îmânın nihayet hududunu gösteren, hâlî ve vicdanî bir îmânın cüz’lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yâni mümin her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için ‘cüz-ü ihtiyârî’ önüne çıkıyor. Ona: ‘Mesul ve mükellefsin’ der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor. Der: ‘Haddini bil, yapan sen değilsin.’
  • Evet, kader; cüz-ü ihtiyârî, îmân ve İslâmiyet’in nihayet merâtibinde.. Kader, nefsi gururdan ve cüz-ü ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i îmâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrit nüfus-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in’am olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-ü ihtiyârîye istinad etmek; bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-ü ihtiyâriyeye zıt bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.”5)
  • “… bir çekirdekte, hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin unvanı olan Kitab-ı Mübîn’den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i ilâhînin bir unvanı olan İmâm-ı Mübîn’den haber veren ve remzeden iki kader tecellisi var:
  • Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın, maddî keyfiyat ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.
  • Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halkolunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tâbir edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizâmlı birer kaderî miktarı vardır. Madem en âdi ve basit eşyada böyle kaderin tecellisi var. Elbette umum eşyanın vücûdundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.
  • Şimdi, vücûdundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise; âlemde Kitab-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn’den haber veren bütün meyveler ve levh-i mahfuzdan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şahittir, birer emâredir.”6)
  • “Madem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtat hayatı, bu derece kaderin nizamına tabidir. Elbette en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insâniye, bütün teferruatıyla kaderin mikyasıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet nasıl katreler, buluttan haber verir; reşhalar, su menbaını gösterir; senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebirin vücûduna işaret ederler… Öyle de; Şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizâm-ı maddî olan bedihî kader ve intizâm-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller; bilbedâhe ‘Kitab-ı Mübîn’ denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve ‘İmâm-ı Mübîn’ denilen ilm-i ilâhînin bir divanı olan levh-i mahfuzu gösterir.”7)
  • “Kur’ân-ı Hakîm’de ‘İmâm-ı Mübin’ ve ‘Kitab-ı Mübîn’, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, ‘İkisi birdir.’; bir kısmı, ‘Ayrı ayrıdır.’ demişler. Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa: ‘İlm-i ilâhînin unvanlarıdır.’ demişler. Fakat Kur’ân’ın feyzi ile şöyle kanaatim gelmiş ki:
  • İmâm-ı Mübin’, ilim ve emr-i ilâhînin bir nev’ine bir unvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yâni, zaman-ı hâlden ziyade mâzi ve müstakbele nazar eder. Yâni, her şeyin vücûd-u zâhirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i ilâhînin bir defteridir. Şu defterin vücûdu, Yirmi Altıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün hâşiyesinde isbat edilmiştir.
  • Evet şu ‘İmâm-ı Mübîn’, bir nevi ilim ve emr-i ilâhînin bir unvanıdır. Yâni, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizam ile eşyanın vücûdlarını gayet sanatkârane intâc etmesi cihetiyle elbette desâtir-i ilm-i ilâhînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evâmir-i ilâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ: Bir çekirdek bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
  • Elhâsıl: ‘İmâm-ı Mübîn’, mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki ‘İmâm-ı Mübîn’, Kader-i ilâhînin bir defteri, bir mecmua-yı desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrât, vücûd-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir.
  • Amma ‘Kitab-ı Mübin’ ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehâdete bakar. Yâni, mâzi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hâzıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irâde-i ilâhiyenin bir unvanı, bir defteri, bir kitabıdır. ‘İmâm-ı Mübînkader defteri ise, ‘Kitab-ı Mübîn’ kudret defteridir. Yâni: Her şey vücûdunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuûnâtında kemâl-i sanat ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desâtiri ile ve bir irâde-i nâfizenin kavanini ile vücûd giydiriliyor. Sûretleri tayin, teşhis edilip; birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve irâdenin küllî ve umumî bir mecmua-yı kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; her bir şeyin hususî vücûdları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücûdu ‘İmâm-ı Mübîn’ gibi kader ve cüz-ü ihtiyârî mesâilinde isbat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i fâtıra’nın o levh-i mahfuzunu ve hikmet ve irâde-i rabbâniyenin o basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler. Hâşâ, ‘tabiat’ nâmıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte İmâm-ı Mübîn’in imlâsı ile, yâni kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i ilâhiye, îcad-ı eşyada her biri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, ‘levh-i mahv, isbat’ denilen zamanın sayfa-yı misâliyesinde yazıyor, îcadediyor, zerrâtı tahrik ediyor. Demek harekât-ı zerrât; o kitabetten, o istinsahtan; mevcudat âlem-i gayptan âlem-i şehâdete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.” 8)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 15.
2)
M. Fethullah Gülen, Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 32–33.
3)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 86.
4)
M. Fethullah Gülen, Sohbet-i Cânan (Kırık Testi-2), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 65.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 503.
6)
A.g.e. s. 511.
7)
A.g.e. s. 511–512.
8)
A.g.e. s. 597.
kader.txt · Son değiştirilme: 2024/08/14 12:24 Değiştiren: Editör