Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


mucize

Mucize

  • Kur’ân-ı Kerim mucizedir. Mucize: Peygamberin eliyle, peygamberlik davasını ispat etmek için, Allah’ın yarattığı harikulâde hâllerdir. Bir zat çıkıp ‘Ben Peygamberim’ der, sonra halk ondan harikulâde şeyler bekler, bu zat da peygamberlik davasını ispat sadedinde, tam istenilen yön ve ölçüde harikulâde hâller gösterirse, biz ona mucize deriz. Bunun mucize olabilmesi için de, evvelâ; o şeyin ancak Allah tarafından yaratılabilir bir vak’a olması, ikincisi; meydana gelen vak’a peygamberlik davasıyla bir arada ve ona uygun olması, üçüncüsü; bu vak’anın harikulâde olması lâzımdır. Mucizenin benzerini hiçbir beşer getiremez. (Keramet ve istidraç ise mucizeden farklıdır).”1)
  • Mucize, nübüvvetini ispat, ehl-i küfrün inadını kırmak ve mü’minlerin imanını kuvvetlendirmek için nebinin elinde Allah’ın yaratıp meydana getirdiği harikulâde hâllerdir. Mucize, beşerin görüp bildiği ve daima içlerinde yan yana beraber yaşayıp ünsiyet ettiği sebep ve kanunların, insan irade ve kudretinin üstünde olarak Allah’ın iradesiyle harikulâde kabîlinden değiştirilmesi, normal fonksiyonunun iptal edilmesi demektir. Mucizeler, mevcut ilimlerle, deney ve tecrübelerle; laboratuvarlarda mikroskop ve rasathanelerde teleskop gibi aletlerle incelenemez; fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi ilimlerle şerh ve izah edilemez.
  • Mucizeler, âdiyât cinsinden, yani varlığın ilimlere esas teşkil eden kâinat kitabındaki ilâhî âdetler türünden değildir. Her günkü yeme, içme, yatıp-uyuma, tarla ve bahçede çalışma, toprak, su, hava ve güneşten istifadeyle meyve ve sebze yetiştirme gibi sebep ve kanunlarla alâkalı işlerimizde mucize olamaz. Bir tabak yemeği bir kaç kişi yer doyarız; bir bardak suyla kanar, üşüdüğümüzde ateşle ısınır; hasta olduğumuzda veya bir yerimiz kırıldığında doktora gider, onun verdiği ilaçları kullanıp iyileşiriz. Hayvanları hizmetimizde kullanır ama onlarla konuşamayız. Ağaçları hep yerlerinde sabit görür, ölülerle konuşamaz ve doğrudan temasa geçemeyiz. Dağlar, taşlar ne bize selâm verir, ne de elimizde top ve gülle olur. Çekim kanununu değiştiremez, onu vasıtasız yenip yukarılara çıkamayız.
  • İşte, bunlar gibi, günlük hayatımızda birer kanun ve sebep çerçevesinde cereyan eden hâdiselere biz âdiyât deriz. Mucizeler ise âdiyât kabîlinden olmayıp, harikulâde, fevka’ttakati’l-beşer, fevka’l-âde ve fevka’t-tabia, yani âdet üstü, alışılmışın ötesi, tabiat üstü ve insanın güç, kudret ve iradesinin verâsında cereyan eden hâdiselerdir.”2)
  • “Peygamberlik davasına mukarin fevkalâde hâllere şeriat lisanında ‘mucize’; hak bir dine mensup ve ‘tezkiye-i nefis’, ‘tasfiye-i kalb’e muvaffak olmuş bir veliden sudur eden olağanüstü hâle/hâllere ‘keramet’, iman ve amel-i salihe iktiran etmeyen böyle harika bir hâl, söz ve tavra da ‘istidraç’ denilegelmiştir ki, bu son husus bazen herhangi bir dine mensup olmayan fasık ve facir kimselerin eliyle de ortaya konabilir ve bu onlar için Allah’ın bir mekri, başkaları için de bir imtihandır.”3)
  • Mucize, peygamberlik sıfatlarını haiz, nübüvvet seciyesiyle serfiraz mümtaz bir insan vasıtasıyla yaratılan ve meydana geldiği şartlar itibarıyla esbab ve ileli idrak edilemeyen harikulâde bir hâdisedir.”4)
  • Mucize de keramet de birer harikulâde hâl ve hâdise olmaları itibarıyla birbirine benzeseler de temelde farklı mazhariyetlerdir:
  • 1. Mucizât, enbiyanın sıdkına delâlet eden fevkalâde bir hâl olup, görüp iman edenlerin kurtuluş vesilesi olmasına; mağrurların, mütekebbirlerin ve temerrüt gösterenlerin de helâketlerine sebebiyet vermesine mukabil; keramât, nübüvveti sabit bir peygambere ittibaa, Cenâb-ı Hakk’ın bir teveccüh ve iltifatıdır.
  • 2. Mucize, nübüvvet davasını isbat, münkirleri de ilzam u ifham için izhar edilir; keramet ise, herhangi bir zaruret bulunmadığı sürece bir sırr-ı ilâhî olarak ketmedilir/ketmedilmelidir.
  • 3. Mucize, dava-yı nübüvvete delil olduğu gibi, gönülleri ilâhî mesaja uyarma hedefli fevkalâdeden öyle bir lütuftur ki, onu gören veya emin bir kanaldan işiten hemen herkesi bağlar; keramet ise, sadece ona mazhar olan şahsa râci bir teveccühtür ve bağlayıcılığı da söz konusu değildir.
  • 4. Nebi, bir mucize izhar ederken, Allah’ın onun eliyle ortaya koyduğu o harikulâde hâl, tavır ve söze rahatlıkla “Bu bir mucizedir.” diyebilir, hatta onu izhar mecburiyetindedir; ama bir veli, seviyesi ne olursa olsun, kendinden sadır olan bu kabil olağanüstü hâllerin keramet olduğunu iddia edemez. Böylesi bir iddia ve hüküm bir yana, çok defa uhrevî semerâtı dünyada harcıyor olma endişesiyle veya o hâlin bir istidraç olabileceği korkusuyla tir tir titrer.
  • 5. Mucize sahibi, mucizesiyle misyonunu seslendirir, onu Hak namına değerlendirir ve o harikulâde hâli, şer'-i şerîf adına söyleyeceği teşrîî esaslara birer basamak yapar; ehlullaha gelince onlar, bütün mevhibe ve varsa vâridlerini tâbi bulundukları peygamberin mucizelerinin bir izdüşümü şeklinde görür ve ona bağlarlar.
  • 6. Mucize, dinin hayatî bir rüknü olan nebinin nübüvvetini, mesajının da hakkaniyetini işaretler; keramet, ikram ve değişik mânevî keşifler ise, nübüvveti müsellem o nebiye ittibaın semeresi olarak değerlendirilir.
  • 7. Mucizede, onu gösteren zatın sadık, emin, masum, kusurdan müberrâ, sahib-i fetânet, vahiyle müşerref ve o harika hâlinin de nübüvvet davasına mukarin olması esasının bulunmasına mukabil, keramet ehli için son vasıf asla söz konusu olmadığı gibi böyle birinin diğer hususları da bitemamihâ hâiz olması şartı söz konusu değildir.
  • Daha önce de kısmen işaret edildiği gibi, nebi, Allah’ın yaratmasıyla harikulâde şeyler izhar eder ve bütün bunların birer mucize olduğundan gayet emindir; veli ise, kerameti kasda iktiran etsin etmesin, kendisinden sadır olan olağanüstü hâlleri kuşkuyla karşılar; zira, özel bir irşat ve i’lâm söz konusu değilse, bunların birer ibtilâ ve imtihan olmaları ihtimal dahilindedir ve böyle bir imtihanın da kaybedileceğinden her zaman korkulmalıdır.”5)
  • Mucize, bir peygamberin peygamberliğini ispat için, onun eliyle Allah’ın yaratmış olduğu harikulâde hâldir. Keramet, bir Allah dostunun, vilâyetinin remzi ve işareti olmak üzere, o şahsın iradesinin taalluku olmaksızın, yine Allah’ın yarattığı bir harikulade hâldir. İstidraç ise takva, zühd, ihlas vb. esaslarla hiç alâkası olmayan, belki de metafizik âlemle bile hiç mi hiç münasebeti bulunmayan birinin eliyle gerçekleşen meş’um (uğursuz) bir fevkalâdeliktir.”6)
  • Mucize, Allah’ın yaratmasıyla peygamberin elinden sâdır olup, peygamberin peygamberlik davasını ispata matuf harikulâde hâl ve keyfiyettir.. ve her peygamberin mucizesi, insanların ilim ve irfan dünyasına yeni ufuklar açan birer işarettir. Peygamberler hem maddî hem de mânevî terakkide insanların rehberleri konumundadırlar ve insanlar onların arkalarından giderek bir yerlere varabileceklerdir. Meselâ bir tasavvuf ehli, ‘seyr ilallah’, ‘seyr fillah’, ‘seyr maallah’ ve ‘seyr anillah’ deyip bir yolculuğa çıkmakta ve bunu yaparken de kendisine peygamberi rehber edinmektedir. Miraç, harikalar kuşağında, böyle peygamberâne bir seyahatin unvanıdır.”7)
  • “Nebilere ait mucizelerde de toplumların terakki, huzur ve saadetiyle alâkalı önemli mesajlar vardır. Aynı zamanda bu zatların sunmuş oldukları mesajlar ve göstermiş oldukları mucizeler kendi dönemleriyle de sınırlı değildir. Her mucize, bir yönüyle nebinin nübüvvetine, diğer bir yönüyle de hayatî bir hakikate ve gelecekte ortaya çıkacak bir açılıma işaret etmektedir.”8)
  • “Sâir enbiyâ’nın (aleyhimüsselâm) mucizâtları, birer havârik-ı sanata işaret ediyor ve Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) mucizesi ise; esâsât-ı sanat ile beraber, ulûm ve fünûnun, havârık ve kemâlâtının fihristesini bir sûret-i icmâlîde işaret ediyor ve teşvik ediyor. Amma, mucize-i kübrâ-yı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân ise; ta’lîm-i esmânın hakikatine mufassalan mazhariyetini, hak ve hakikat olan ulûm ve fünûnun doğru hedeflerini ve dünyevî, uhrevî kemâlâtı ve saâdâtı vâzıhan gösteriyor. Hem pek çok azîm teşvikatla, beşeri onlara sevk ediyor.”9)
  • “Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i dîvan-ı nübüvvet, nasıl ki mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mucize-i kübrâsı olan Miraç ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini isbat etti. Öyle de: arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mucize gösterildi ki; Zât-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) kamerin açılmış iki nurânî kanadı gibi; risalet ve velâyet gibi iki nurânî kanadıyla, iki ziyâdâr cenâh ile, evc-i kemâlâta uçmuş.. tâ Kâb-ı Kavseyn’e çıkmış.. hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahir olmuştur.”10)
  • Mucizât-ı Ahmediye’nin (aleyhissalâtü vesselâm) yüz tevâtür kuvvetinde bir kat’iyeti vardır. Mucize ise, Hâlık-ı kâinat tarafından onun dâvâsına bir tasdiktir.”11)
  • “… berekete dair o mucizeler gösteriyorlar ki: Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm), umuma rızık veren ve rızıkları halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili memurudur, pek hürmetli bir abdidir ki; rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak, O’na hiçten ve sırf gayptan ziyâfetler gönderiyor. Mâlûmdur ki Ceziretü’l-Arab, suyu ve ziraati az bir yerdir. Onun için, ahalisi, hususan bidayet-i İslâm’daki sahabeler, dıyk-ı maîşete maruzdular. Hem susuzluğa çok defa giriftar oluyorlardı. İşte, bu hikmete binâen, mucizât-ı bâhire-i Ahmediye’nin (aleyhissalâtü vesselâm) mühimleri, taam ve su hususunda tezahür etmiş.
  • Bu harikalar, dâvâ-yı nübüvvete delil ve mucize olmaktan ziyâde, ihtiyaca binâen, Resûl-i Ekrem’e (aleyhissalâtü vesselâm) bir ikram-ı ilâhî, bir ihsan-ı rabbânî, bir ziyâfet-i rahmâniye hükmündedir. Çünkü o mucizâtı görenler, nübüvveti tasdik etmişler. Fakat mucize zuhur ettikçe iman ziyâdeleşir, nurun alâ nur olur!”12)
  • Mucize; dâvâ-yı nübüvvet’in isbatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise dâvâ-yı nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mucize göstermek lâzımdır. Sâir taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâl’in hikmetine münâfî olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü ‘Akla kapı açmak, ihtiyârı elinden almamak’ sırr-ı teklif iktiza ediyor.”13)
  • “Mahzen-i mucizât ve mucize-i kübrâ-yı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) olan Kur’ân-ı Hakîm-i Mu’cizü’l-Beyân’ın hadsiz vücûh-u i’câzından kırka yakın vücûh-u i’câziyeyi Arabî risâlelerimde ve Arabî Risâle-i Nur’da ve İşârâtü’l-İ’câz nâmındaki tefsirimde ve geçen şu yirmi dört Söz’lerde işaretler etmişiz.”14)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Fatiha Üzerine Mülâhazalar, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 41.
2)
M. Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 71–72.
3)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 648.
4)
A.g.e. s. 652.
5)
A.g.e. s. 654–655.
6)
M. Fethullah Gülen, Prizma-3, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 125.
7)
M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2007, s. 101–102.
8)
M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 523.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 280.
10)
A.g.e. s. 641–642.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 96.
12)
A.g.e. s. 132.
13)
A.g.e. s. 236.
14)
Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 392.
mucize.txt · Son değiştirilme: 2024/08/18 22:05 Değiştiren: Editör