Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


hayat

Hayat

  • Hayat, şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi… Hem en büyük neticesi… Hem en parlak nuru… Hem en latîf mâyesi… Hem gayet süzülmüş bir hulâsası… Hem en mükemmel meyvesi… Hem en yüksek kemâli… Hem en güzel cemâli… Hem en güzel zîneti… Hem sırr-ı vahdeti… Hem râbıta-yı ittihâdı… Hem kemâlâtının menşei… Hem sanat ve mâhiyetçe en hârika bir zîrûhu… Hem en küçük bir mahlûku bir kâinat hükmüne getiren mucizekâr bir hakikati… Hem güyâ kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesîle oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zihayatı ekser mevcûdâtla münâsebettar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mucize-i kudrettir. Hem en büyük bir küll kadar hayat ile küçük bir cüzü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rubûbiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir sanat-ı ilâhiyedir. Hem kâinatın mâhiyetleri içinde Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehâdet eden bürhânların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli… Hem masnûât-ı ilâhiye içinde en hafîsi ve en zâhiri, en kıymettar ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en mânidar bir nakş-ı sanat-ı rabbâniyedir. Hem sâir mevcûdâtı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i rahmâniyedir. Hem şuûnât-ı ilâhiyenin gayet câmi bir aynasıdır. Hem Rahmân, Rezzâk, Rahîm, Kerîm, Hakîm gibi çok esmâ-yı hüsnânın cilvelerini câmi ve rızık, hikmet, inâyet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir u’cûbe-i hilkat-i rabbâniyedir. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı âzamında öyle bir istihâle makinesidir ki mütemâdiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor. Ve zerrât kâfilelerine, güyâ hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, tâlimat yapmak için bir misafirhâne, bir mekteb, bir kışladır. Âdetâ Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fânî ve süflî olan âlem-i dünyayı latîfleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi bekâ veriyor, bâkî bir âleme gitmeye hazırlattırıyor. Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i rabbâniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sâir eşya gibi zâhirî esbâbı hayattaki tasarrufât-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesnâ mahlûktur. Hem hayatın hakikati, altı erkân-ı îmâniyeye bakıp, mânen ve remzen isbât eder. Yani, hem Vâcibü’l-vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melâike, hem sâir erkân-ı îmâniyeye pek kuvvetli bakıp iktizâ eden bir hakikat-i nuraniyedir. Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en sâfî bir hulâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı ilâhî ve hilkat-i âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibâdet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı âzamdır.”1)
  • “Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını sû-i istimâl etmeyenler, dâr-ı bekâ da ve cennet-i bâkiyede, hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır.”2)
  • “… nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır. Ve rûh dahi, hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sâbit ve müstakil zâtıdır. Öyle de maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (aleyhissalâtü vesselâm) dahi, hayat ve rûh-u kâinattan süzülmüş hulâsatü’l-hulâsıdır. Ve risâlet-i Muhammediye dahi (aleyhissalâtü vesselâm), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfî hulâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (aleyhissalâtü vesselâm), âsârının şehâdetiyle hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risâlet-i Muhammediye (aleyhissalâtü vesselâm), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakâikinin şehâdetiyle hayat-ı kâinatın rûhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”3)
  • “… hayat-ı ezeliye güneşinin ziyâsı olan bu cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehâdete ve bu zaman-ı hâzıra ve bu vücud-u hâricîye münhasır olamaz; belki her bir âlem, kabiliyetine göre o ziyânın cilvesine mazhardır. Ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayattar ve ziyâdardır. Yoksa nazar-ı dalâletin gördüğü gibi muvakkat ve zâhirî bir hayat altında her bir âlem, büyük ve müthiş birer cenaze ve karanlıklı birer virâne âlem olacaktı.”4)
  • “… hayatının saadet içindeki kemâli ise: Senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak O’na şevk göstermektir. O’nun muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin göz bebeğinde aks-i nûrunu yerleştirmektir.”5)
  • “Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücûdun hakikî vücûdu, hayat iledir. Hayat, vücûdun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat, her şeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, her şeyi her bir zîhayat olan şey’e mal eder. Bir şey’i, bütün eşyâya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile bir şey’-i zîhayat diyebilir ki: ‘Şu bütün eşya, malımdır. Dünya, hânemdir. Kâinat, Mâlik’im tarafından verilmiş bir mülkümdür.’ Nasıl ki ziya ecsamın görülmesine sebeptir ve renklerin –bir kavle göre– sebeb-i vücûdudur. Öyle de Hayat dahi, mevcudatın keşşâfıdır. Keyfiyatın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’îyi, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihat ettirip bir vahdete medâr, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücûdun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecelli-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir aynasıdır. Bak hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti yalnız oturduğu mekân ile ve ona karışan şeyler ile vardır. Başka kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü; ne hayatı var ki, hayat ile alâkadar olsun; ne şuuru var ki taalluk etsin. Şimdi bak küçücük bir cisme, meselâ bal arısına. Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet te’sis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatları ile, öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: ‘Şu arz, benim bahçemdir, ticarethanemdir.’”6)
  • “Hiç hatırına gelmesin ki; şu hilkatte cârî olan nâmuslar, kanunlar kâinatın hayattar olmasına kâfi gelir. Çünkü; o cereyan eden nâmuslar, şu hükmeden kanunlar, itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa o nâmuslara, o kanunlara bir vücûd taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Hâlbuki: ‘Hayat, bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.’”7)
  • “Gerçek hayat, gönül seviyesinde sürdürülen hayattır. Gönlüyle var olan insan, geçmişi ve geleceği bir vâhidin iki yüzü gibi görerek zamanüstü bir varlık hâline gelir. Böyle bir ruh, ne geçmişin elemleriyle dâğidâr olur, ne de geleceğin korkularıyla. Gönlünde kendini bulamamışlara gelince, yaşadıkları sığ hayatla, daima bedbinlik ve karamsarlık içindedirler. Böylelerin nazarında mazi korkunç bir mezar, gelecekse dipsiz bir kuyudur; ölseler de azap, kalsalar da…”8)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

Diğer Diller

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 408–410.
2)
A.g.e. s. 415.
3)
A.g.e. s. 417.
4)
A.g.e. s. 418.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 137.
6)
A.g.e. s. 551.
7)
A.g.e. s. 555.
8)
M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 110–111.
hayat.txt · Son değiştirilme: 2024/03/20 11:28 Değiştiren: Editör