Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


bud

Bu’d

  • Bu’d; uzaklık ve helâk mânâsına gelir. Tasavvufçular onu, mebde’ itibarıyla füyûzâtın kesilmesi ve Hak’tan uzaklaşma, netice itibarıyla da -tabiî bir inâyet-i hâssa olmazsa- hizlân ve mahrumiyet şeklinde görmüş ve ürperilmesi gereken bir husus olduğunu vurgulamışlardır.
  • Kurbun; avam-ı mü’minîn, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne göre dereceleri bulunduğu gibi, bu’dun da kendi içinde alt alta dereke ve mertebeleri vardır; bu mertebelerin mutlak helâk noktasını da şeytan işgâl eder.
  • Kurbun-bu’dun birer teveccüh veya mahrumiyet şeklinde bulunması ayrı şey, sezilip bilinmeleri ayrı şeydir. Bazen, en büyük ikram, ikramın hissettirilmemesi şeklinde gelir ve Akrabu’l-mukarrabîn (En üst seviyede kurba mazhar olan) kendi yakınlığını bilemez. Bazen mekr tam olur, bu’dun zulmetleri sezilemez.. bazen de sekir hâli hâkim olur, kurb-bu’d tefrik edilemez.. ve dolayısıyla da böylelerinde kurb iştiyakı ve bu’d endişesi görülmez.
  • “Câmî, sen yakınlık ve uzaklık endişesine düşme, zirâ aslında ne uzaklık ne yakınlık ne vuslat ne de ayrılık diye bir şey yoktur.” sözleri bu serâzâd ve sermest ruhların düşüncelerini ifade eder.
  • Bu’dun gerçek ürperticiliği ve mahrumiyeti müsellem; bazı ruhlar da vardır ki, kurbun mehâbet esintileri karşısında tir tir titrer ve o andaki ruh hâletiyle kendilerini kahr u tedmîrin pençesinde sanırlar, ‘Kurb-i sultân âteş-i sûzân buved.’ (Sultana yakınlık, yakıcı ateştir.) bu münasebetle ve bu mânâda söylenmiş olsa gerek. Bütün bunlara rağmen kurb, ilâhî nefehât ve üns esintilerine açık cennet yamaçlarına benzetilecekse, bu’da, mahrumiyet ve hizlân gayyâları demek uygun olur.”1)
  • Allah’ın kullarına yakınlığı, Kur’ân-ı Kerim’in makamının yüceliğiyle beşere uzaklığı ve aynı zamanda Zât-ı Vacibü’l-Vücud’un onu muhatap olarak alması itibarıyla kendi yakınlığını ifade etmesinde sonsuz bir bu’d (uzaklık) içinde sonsuz bir kurb (yakınlık) esprisi görülmektedir.”2)
  • “… aşk, itaat kaynaklı olursa bir mânâ ifade eder. Eğer aşkta itaat yoksa, ondan şatahatlar doğabileceği gibi, ümitsizlikler, inkisarlar, inkârlar da doğabilir. Hatta aşkın büyüklüğü nispetinde şatahatlar büyür, kurbiyet ufkunda bu’diyetler, yani Hakk’a yakınlaşma çizgisinde uzaklaşmalar meydana gelebilir ve kıymetli şeyler bir anda kıymetsizleşebilir.”3)
  • “Ey bizi nimetleriyle perverde eden Sultânımız! Bize gösterdiğin nümûnelerin ve gölgelerin asıllarını, menbâlarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın lezîz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile ta’zîb etme. Sana müştâk ve müteşekkir şu mutî raiyyetini başıboş bırakıp îdam etme.”4)
  • “… güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nurâniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vâsıta ile onu tanısak; ziyası harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz, bu’diyetimiz nokta-yı nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki; kavânîn-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvan-ı seb’ayı uzun uzadıya tedkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz.”5)
  • “Firâkı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevâlden gayet derece nefret eden ve visâli, rûhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan aşk sıfatı, her şeydeki akrebiyet-i ilâhiyenin bir cilvesine yapışmakla, firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, likâ ve visâli dâimî zannederek ‘Lâ mevcude illâ Hû’ diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i bekâ ve likâ ve visâlin muktezâsıyla, gayet zevkli bir meşreb-i hâli vahdetü’l-vücûdda bulunduğunu tasavvur ederek, müthiş firaklardan kurtulmak için, o vahdetü’l-vücûd meselesini melce’ ittihâz etmişler.”6)
  • “Tûl-ü zaman ve bu’d-u mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur.”7)
  • “… şemsin sana karşı iki ciheti vardır: Biri kurb, diğeri bu’d. Eğer senin ondan baîd olduğun cihetle ‘O bana tesir edemez.’ ve onun sana karîb olduğu cihetle ‘Ona tesir edebilirim.’ desen, cehlini ilân etmiş olursun. Kezalik Hâlık ile nefis arasında da bir kurb ve bu’d vardır. Kurb Hâlık’ındır, bu’d nefsindir. Eğer nefis uzaklığı cihetiyle enâniyet ile Hâlık’a bakıp ‘Bana tesir edemez.’ diye bir ahmaklıkta bulunursa dalâlete düşer. Ve keza nefis mükâfatı gördüğü zaman ‘Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım.’ der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkâr ile kendisini teselli eder.”8)
  • Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihi mahbuptur. Allah mûcid, Vâcibü’l-vücûd olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır.”9)
  • “Ulûhiyetin azameti, izzeti, istiklâliyeti, her şeyin, –küçük olsun büyük olsun, yüksek olsun alçak olsun– taht-ı tasarrufunda bulunduğunu istiyor. Senin hıssetin veya hakaretin, onun tasarrufundan hariç kalmasına sebep olamaz. Çünkü senin ondan bu’dun varsa da onun senden bu’du yoktur.”10)

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 192.
2)
M. Fethullah Gülen, Bir İ’câz Hecelemesi, İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 106.
3)
M. Fethullah Gülen, Prizma-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 137.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 55.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 52.
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 251.
7)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 18.
8)
A.g.e. s. 68.
9)
A.g.e. s. 118.
10)
A.g.e. s. 179.
bud.txt · Son değiştirilme: 2023/11/25 22:38 Değiştiren: Editör