Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


latife-i_rabbaniye

Latîfe-i Rabbâniye

  • Cenab-ı Hakk’ı doğrudan hisseden çok ince manevî duygu. Latîfelerin sultanı.
  • “Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünkü; ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hâne-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayâtı ve latîfe-i rabbâniyemin havâ-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir.”1)
  • “… fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir Zât’ın aynası olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latîfe-i rabbâniye, şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümâtlı ve boğucu olan ahvâl-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır. Ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.”2)
  • İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün âzâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yâni, irâde-i ilâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniye ve o emirden vücûd-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i rabbâniye olan ruh, onların idaresinde onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz.”3)
  • “Üçüncü kısım ki rüya-yı sâdıkadır. O doğrudan doğruya, mahiyet-i insaniyedeki latîfe-i rabbâniye, âlem-i şehâdetle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfezle vukua gelmeye hazırlanan hâdiselere bakar ve Levh-i Mahfuz’un cilveleri ve mektubat-ı kaderiyenin numûneleri nev’inden birisine rast gelir, bazı vâkıât-ı hakikiyeyi görür. Ve o vâkıâtta bazen hayal tasarruf eder, suret libasları giydirir.”4)
  • “… herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki; birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde aynı adam gelir. Hatta, Kürtçe durûb-u emsâldendir: نَاڤِ گُرْبِينَه پَالاَنْدَارْ لِى وَرِينَـه Yani, ‘Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor!’ Demek, bir hiss-i kable’l-vuku ile latîfe-i rabbâniye, icmâlen o adamın gelmesini hisseder. Fakat, aklın şuuru ihata etmediği için kasten değil, ihtiyârsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset, bazen keramet gibi geldiğini beyan eder.”5)
  • “Sen kendi mâhiyetine bak ki: Senin latîfelerin içinde öyle bir latîfe var ki, ebedden ve Ebedî Zât’tan başkasına râzı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyâcı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latîfelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul!”6)
  • “Cemi’ zerrat-ı kâinat birer birer zât ve sıfât ve saire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddit iken; birdenbire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Sâni’in vücûb-u vücûduna şehâdetle avalim-i gaybiyenin enmûzeci olan latîfe-i rabbaniye içinde ilân-ı Sâni eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.”7)
  • “Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir. Ancak, bir latîfe-i rabbâniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı dimağdır. Binaenaleyh, o latîfe-i rabbâniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o latîfe-i rabbâniyenin insanın maneviyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir.
  • Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene mâü’l-hayatı neşreden o cism-i sanevberî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işlemesiyle kaimdir; sekteye uğradığı zaman cesed de sukuta uğrar.
  • Kezâlik, o latîfe-i rabbâniye a’mâl ve ahvâl ve mâneviyatın hey’et-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışıklandırır; nur-u imanın sönmesiyle, mahiyeti, meyyit-i gayr-i müteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”8)
  • “… hakâik-i mahza ve mücerredât-ı sırfeden olan mâneviyatta, maddiyyûnun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdetâ latîfe-i rabbâniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nurânî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet, her şeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise mâneviyatı göremez.”9)

اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اَللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ

  • “Bu kelime-i âliye, üssü’l-esas-ı İslâmiyet olduğu gibi, kâinat üstünde temevvüç eden İslâmiyet’in en nurânî ve en ulvî bayrağıdır. Evet, misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan iman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır.
  • Evet, âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin aynü’l-hayatından nebean eder.
  • Evet, ebede namzet olan nev-i beşer içinde saadet-i saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir.
  • Evet, kalb denilen avâlim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latîfe-i rabbâniyenin fotoğrafıyla alınan timsâl-i nurâni ile Sultan-ı Ezel’i ilân eden harita-yı nuraniyesidir ve tercüman-ı beliğidir.”10)
  • “Ey hakikatin âşıkı! Eğer vicdanımı mütalâa etmekle hakikatleri rasad etmek istersen, kalb dedikleri latîfe-i rabbâniyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilâf.. ve iltizam-ı taraf-ı muhalif.. ve mâzur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek.. ve bir asla ircâ etmek.. ve mecmûun neticesini her bir fertten istemek ki; zaafiyeti sebebiyle neticenin reddine bir istidad-ı seyyie verilir.”11)
  • “Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah’ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için latîfe-i rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur’ân-ı Kerim, ‘Dikkat edin, kalbler, ancak Allah’ı anış ve O’nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur.’ (Ra’d, 13/28) buyuruyor.”12)
  • “… sinelerimizde taşıdığımız ‘sanevberiyyü’ş-şekl’ et parçası zâhirî kalble, insanın insanlığının remzi ve bütün duygularının hayat kaynağı olan ‘latîfe-i rabbâniye’nin, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde birbiriyle iç içe olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki, bu alâka ve irtibatın keyfiyeti de, kalb, ruh, akıl ve idrakin keyfiyeti gibi biraz buğuludur.”13)
  • “Gizli şey demek mânâsına gelen sır; sofiye ıstılahında: Kalbde ilâhî vedîa olan bir latîfe-i rabbâniyedir. Bedende ruhun emanet ve vedîa olması mânâsında bir latîfe. İrade, zihin, his ‘latîfe-i rabbâniye’ dediğimiz vicdan mekanizmasının dört temel esası ve ruhun hâssası olduğu gibi, ‘sır’ da kalbin böyle bir hâssası ve orta ölçekte bir buudu sayılır.”14)
  • “… ruh-u menfûh da dediğimiz akıl, ilim, irade, latîfe-i rabbâniye, his ve şuurla serfiraz ‘nefs-i nâtıka’dır ki, insanın yaratılmasından evvel veya anne karnında belli bir safhadan sonra cenine nefhedilen zîşuur kanun-u emrîdir ve hadisin ifadesiyle bu ruh, embriyolojik vetire esnasında melek vasıtasıyla yavruya üflenir.”15)
  • “İnsanın özü, kendini duyuş ve bilişi de diyebileceğimiz vicdan; insan ruhunun, iyiyi kötüden tefrik edebilen irade, kalbin ayrı bir derinliğinin unvanı sayılan latîfe-i rabbâniye (fuâd), şuur vâridâtıyla zihin ve ihsas televvünlü his halitasından oluşan bir mekanizmadır; insanın, hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizma. Farklı metafizik derinlikleri haiz olan bu sistemde her zaman bilkuvve (potansiyel olarak), iradenin sesini-soluğunu, ‘latîfe-i rabbâniye’nin sezi ve müşâhedelerini, zihnin şuur menbalı bilgi ve müktesebâtını, hissin ihtisas dalga boylu sübjektif mevhibelerini ve ihsas televvünlü mârifet çağlayanlarını duyup sezmek mümkündür.”16)
  • Latîfe-i rabbâniyenin, zâhir yönü, mülk ciheti, fizikî yanı sayılan, bizim sine dediğimiz ‘sadır’ onun, bâtınî ve melekûtî derinliklerine, ceberûtî televvünlerine bir mahfaza ve mânânın maddedeki resmi mahiyetindedir. Bu mahfaza içinde kalb; gönül dünyasının dışa bakan ve içi rasat etme konumunda bulunan değişik tecellî dalga boyundaki feyizlere bir ‘beyt-i lâhut”, ‘fuâd’ da diyeceğimiz latîfe-i rabbâniye ise, bilkuvve (potansiyel olarak) ilâhî isim ve sıfatların mücellâ bir aynası, âlem-i ceberûtun –inkişafı ölçüsünde– bir müşahid-i hâssı, iman nuru ve iz’an ziyasının mahall-i tecellîsi, kamer-i irfanın matla’ı, keşf ü ilhamın âhizesi ve ilâhî vâridâtın da mahzeni ve nâkilesidir. Böyle bir konum ve misyonu itibarıyla onun ‘şağaf’ dediğimiz derinliği, her zaman iştiyak ateşiyle alev alev yanan, âdeta bir fırın ve ocak gibidir ki, çevresinde sürekli aşk u vuslat çatırtıları duyulur. ‘Sır’ ise, o ihata edilmez fevkânîliğiyle her zaman latîfe-i rabbâniyenin omuzlarında, ona dayalı, daire-i ulûhiyete müteveccih lâhûtî bir dürbün veya mücellâ bir aynadır ki, her zaman nüzûl unvanıyla bir kasr-ı tecellî kabul edilegelmiştir; mâsivâ kirlerinden pak olduğu sürece her dem misafiri bulunan bir kasr-ı tecellî.. evet, böyle bir tecellînin vukû ve temadîsi için şuur, idrak ve ihsas ufkunun cismaniyete ait isten-pastan pak olması şarttır.”17)
  • Latîfe-i rabbâniye, gözde gözbebeği, beyinde görme merkezi, hânede kabul salonu, çekirdekte öz, lambada fitil ve Arzda Kâbe mahiyetindedir. İman, nurunu o latîfe ufkundan neşreder.. huşû, takva, muhabbet, rıza, yakîn, tevekkül, temkin, teyakkuz, havf u reca… gibi mârifet yolunun esasları hep onun yamaçlarında boy atar, gelişir. O, öyle bir sırr-ı ehadiyettir ki, ışığı iradenin el açışı, hissin sezişi ve şuurun ona karşı duruş ve teveccühünden akıp gelmektedir. Bu teveccüh kesildiğinde ziya görünmez olur, ışık söner ve latîfe de latîfe-i rabbâniye olmadan çıkar. Bu latîfe-i rabbâniye, hikmet-i vücudu sayılan teveccühünü iman, iz’an, amel-i salih ve mârifetle devam ettirebildiği takdirde her zaman semavî bir çerağ gibi par par yanar ve Hazreti Sıfât’ın bir rasat sistemi veya râsıdı hâline gelir. O, bütün şuur, ihsas ve idraklerimizin önemli bir temyiz elemanı, mârifetin madeni, ruhun da can ocağı ve ışık kaynağıdır. Ona, bu mânâda lâmekânî de diyebiliriz; bu lâmekânî latîfe, ilim ve mârifetin mihenk merkezi, ihsas ve idraklerimizin en hayatî mahzeni, küfür ve dalâletle öldürülmediği veya cankeş edilmediği sürece de her zaman Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve tecellî otağıdır.”18)
  • Latîfe-i rabbâniye kendi çapında bir ayna, Levh-i Mahfuz da kendi azametine göre ayrı bir ayna. Levh-i Mahfuz, onda tecellî eden şeylerle mahiyetinde değişikliğe uğramaz; hep lâyetebeddel bir kitap olarak devam eder. Latîfe-i rabbâniye ise, farklı arızalarla her zaman renk, şekil ve desen değiştirebilir.”19)
  • “Hullet’in insan kalbindeki bu tür nüfuz ve tesirine mukabil, muhabbet ise, ‘latîfe-i rabbâniye’nin gözbebeği de sayılan ‘süveydâü’l-kalb’ veya ‘habbetü’l-kalb’i bütün bütün kuşatıp ona kendi boyasını çalması, onu kendi şivesiyle konuşturmasıdır ki; muhabbetle harekete geçmiş ve aşkla inleyen böyle bir kalbde mâsivâ (O’ndan başka her şey) adına hiçbir şey kalmaz; bütün başka alâka ve irtibatlar bir bir silinir gider ve sadece O duyulur, O hissedilir, O düşünülür ve O söylenir.”20)
  • “… Kur’ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahiha ve tasavvufta kastedilen, aynı zamanda latîfe-i Rabbâniye denilen kalbdir ki, ‘kalbsiz, yüreksiz, temiz kalbli veya kalbi çürük’ vb. sözlerle ifade edilen ve mahall-i mârifet olan esas kalb de budur. Keza, insan mahiyetinden hedeflenen, vicdanın duyuş ve sezişleri, kuvve-i akliye ve idrâkiyenin madeni, merkezi de işte bu latîfe-i Rabbâniyedir. Bu yönüyle kalb, insanın engin bir derinliğinin unvanıdır ve ruhun da santralidir.”21)
  • “… insanın bedenine nispeten cismanî kalbi ne ise, ruhuna nispeten latîfe-i Rabbâniyesi de odur. Binaenaleyh nasıl ki, cismanî kalbin çalışması, vücuttaki bütün mekanizmaların fonksiyonlarını eda etmesine vesile olmakta, öyle de latîfe-i Rabbâniye de çalıştığı nispette insanın ruhanî hayatının yükselmesine, ruh plânında seyr-i ruhanisine, kemalâtın zirvesine tırmanmasına vesile olmaktadır.”22)
  • Latîfe-i Rabbâniye olan kalbin kendine has birtakım rükünleri de vardır. İnsanın içindeki bütün letâif, âdeta onun ordusu gibidir. Mesela insanın basarı, bir başka ifadeyle mânevî bakışı, onun nazarıdır; kalb onunla bakar. Akıl, kalbin ruhu, şuur ise aklı gibidir; aklı gibidir zira kalb, bilinecekleri, şuurla bilmektedir.”23)

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 286.
2)
A.g.e. s. 286.
3)
A.g.e. s. 747.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 392–393.
5)
A.g.e. s. 393.
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 136.
7)
A.g.e. s. 229.
8)
Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 78.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Muhâkemât, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 13.
10)
A.g.e. s. 85.
11)
A.g.e. s. 100–101.
12)
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 93.
13)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 72.
14)
A.g.e. s. 270.
15)
A.g.e. s. 616.
16)
A.g.e. s. 619.
17)
A.g.e. s. 621–622.
18)
A.g.e. s. 622.
19)
A.g.e. s. 623.
20)
A.g.e. s. 680.
21)
M. Fethullah Gülen, Bir İ’câz Hecelemesi, İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 162.
22) , 23)
A.g.e. 163.
latife-i_rabbaniye.txt · Son değiştirilme: 2024/05/03 19:29 Değiştiren: Editör