Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


ubudiyet

Ubûdiyet

  • Allah’ın emirlerini yerine getirme, O’na kullukta bulunma ve kulluğunun şuurunda olma mânâlarına gelen ibadet ve ubûdiyet; bazılarına göre aynı mânâya hamledilmiş ise de, büyük çoğunluğun nokta-i nazarı, bu kelimelerin lafızları gibi mânâlarının da ayrı ayrı olduğu merkezindedir.
  • İbadet, ‘Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirip yaşama ve kulluk sorumluluklarını temsil etme mânâlarına gelmesine mukabil; ubûdiyet, kul olma ve kölelik şuuru içinde bulunma’ şeklinde yorumlanmıştır. Zaten, ibadette bulunana ‘âbid’, ubûdiyette bulunana ‘abd’ denmesi de açıkça bu farkı göstermektedir.
  • Ayrıca, ibadet ve ubûdiyet arasında şöyle ince bir fark daha söz konusudur: Meşakkat ve külfetle eda edilip, havf ve recâ derinlikleri bulunan, niyet ve ihlâs yörüngeli bütün mâlî ve bedenî mükellefiyetler birer ibadet; ifasında bu türlü buudların söz konusu olmadığı iş ve vazifeler de birer ubûdiyettir. Zannediyorum İbnü’l-Fârıd da ‘Seyr u sülûkte aştığım mertebelerde her ubûdiyeti, ibadet-i hâlisemle gerçekleştirdim.’ sözleriyle bu farka işaret etmektedir.
  • Ayrıca sofîlerden bir kısmı, ibadeti avamın kulluk hizmeti, ubûdiyeti şuur ve basîret insanlarının ifa ettiği vazife, ubûdeti de saflar üstü safların sorumluluklarını yerine getirmeleri şeklinde tarif etmişlerdir ki; birincisi, mücahede insanının işi, ikincisi, aşılmaz zorlukları göğüsleyen civanmertlerin tavrı, üçüncüsü de, kalb ve ruhlarının enginlikleri ile Hakk’a müteveccih olanların hâli olarak yorumlanabilir.”1)
  • “… insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani: “Kimin merhametiyle böyle hakimâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikâne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?” bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kâdiü’l-hâcât’a lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır.. ve istemek ve dua etmektir. Yani aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubûdiyete uçmaktır.”3)
  • “Eğer dua çok edildiği hâlde, beliyyeler def’olunmazsa, denilmeyecek ki: ‘Dua kabûl olmadı.’ Belki denilecek ki: ‘Duanın vakti, kaza olmadı.’ Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref’etse –nurun alâ nur– o vakit dua vakti biter, kaza olur. Demek dua, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini itham etmemeli.”4)
  • “Sen ey riyâkâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim.’ diye gururlanma. اِنَّ اللهَ لَيُؤَيِّدُ هٰذَا الدِّينَ بِالرَّجُلِ الْفَاجِرِ 5) sırrınca; müzekkâ olmadığın için, belki sen kendini o racül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini; geçen nimetlerin şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîza-yı hilkat ve netice-i sanat bil, ucub ve riyâdan kurtul!”6)
  • “Cenâb-ı Hakka vâsıl olacak tarikler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı, bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim “acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür” tarikidir. Evet, acz dahi, aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki, ubûdiyet tarikiyle mahbubiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine isal eder. Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder. Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine isal eder.”7)
  • “…. ibâdet iki kısımdır: Bir kısmı müsbet, diğeri menfî. Müsbet kısmı mâlûmdur. Menfî kısmı ise, hastalıklar ve musîbetlerle musîbetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, O’nu düşünüp, O’na yalvarıp hâlis bir ubûdiyet yapar. Bu ubûdiyete riyâ giremez, hâlistir. Eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibâdet hükmüne geçer.” 8)
  • “Ramazan-ı Şerif’teki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hatta mevhum bir rubûbiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Husûsan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gâsıbâne, hırsızcasına nimet-i ilâhiyeyi hayvan gibi yutar. İşte Ramazan-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki; kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rubûbiyeti kırılır; ubûdiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.”9)
  • “Ramazan-ı Şerif, âdeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır ve uhrevî hâsılat için, gayet münbit bir zemindir ve neşv ü nemâyı a’mâl için, bahardaki mâh-i nisandır. Saltanat-ı rubûbiyet-i ilâhiyeye karşı, ubûdiyet-i beşeriyenin resmî geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyânî ve hevâ-perestâne müştehiyâta girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya, muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, samediyete bir nevi aynadarlık etmektir. Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.”10)
  • “Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’ânî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlûkat üstüne bir tefevvuk verdi… Ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir ayna.. ve küllî ve kudsî rubûbiyetine geniş ve küllî bir ubûdiyet ile mukabele edebilen bir istidat vermiş.”11)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 102–103.
2)
M. Fethullah Gülen, Prizma-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 174.
3)
A.g.e. s. 336.
4)
A.g.e. s. 338.
5)
“Muhakkak ki Allah bu dini, günahkâr biriyle de güçlendirir.” (Buhârî, Cihâd, 182).
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 516.
7)
A.g.e. s. 518.
8)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 11.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 450.
10)
A.g.e. s. 452–453.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 61.
ubudiyet.txt · Son değiştirilme: 2024/10/25 11:03 Değiştiren: Editör