Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


allah

Allah

  • “Lafz-ı Celâl ve İsm-i Âzam da denen ‘Allah’ kelime-i mübarekesi, kendini bize ‘Esmâ-i Hüsnâ’sıyla bildiren ve sıfât-ı sübhaniyesiyle zihin, mantık ve muhâkemelerimize bir çerçeve vaz’eden, bütün esmânın Müsemmâ-i Akdesi ve bütün evsâf-ı kemaliyenin Mevsûf-u Münezzehi, ulûhiyet tahtının biricik mâliki ve rubûbiyet arşının sahib-i bîmisali Zât-ı Ecell ü A’lâ’nın adıdır. Seyyid Şerif’in de ifade ettiği gibi, ‘Allah’ lafz-ı mübareği ‘min haysü hüve’ Zât-ı İlâhiyenin ism-i hâssıdır ve usûlüddin ulemâsınca o bir ism-i Zât’tır. Aynı zamanda ‘İsm-i Celâl’ ve ‘İsm-i Âzam’ diye de bilinen bu mübarek kelime hususî mânâda ‘İsm-i Âzam’ olarak da zikredilmektedir.
  • Zât-ı Ulûhiyet’e ait bütün isimler birer esmâ-i sıfât, ‘Allah’ lafzı ise bir ism-i Zât’tır ve bütün ilâhî isimleri ya bililtizam veya bittazammun ihtiva etmektedir. Şöyle ki, bir insan, ‘Lâ ilâhe ille’l-Kuddûs.. ille’r-Rahîm.. ille’l-Azîz… ilâ âhir.’ gibi cümlelerle imanını ilan etse, bu cümleler esmâ-i hüsnâsıyla mâlum, sıfât-ı sübhaniyesiyle mâruf ve muhât o Zât’ı tam ifade edemediğinden maksat hâsıl olmaz. Zira böyle diyen biri, farkına varsın varmasın, daire-i ulûhiyet ve rubûbiyeti ‘Kuddûs’, ‘Rahîm’ ve ‘Azîz’ isimlerinin tecellî alanlarına inhisar ettirerek muhîti muhât hâline getirmiş ve bir mânâda daire-i ulûhiyeti tahdit etmiş olur.
  • Allah ism-i şerifinin müfâdı bulunan Zât-ı Ecell ü A’lâ, insan, kâinat ve eşya hakikatinin biricik mesnedi, biricik mebdei, yegâne illeti, varlığı kendinden bir Vacibü’l-Vücud’dur. Âfâkî ve enfüsî bütün mütalâalar bunun böyle olduğunu gösterir. Kâinatta hiçbir varlık, hiçbir nesne yoktur ki, onda ‘Allah’ ism-i celîlinin Müsemmâ-i Akdes’ine pek çok işaret ve emareler bulunmasın. ‘Allah ism-i şerifi, hem teker teker her varlığın çehresinde hem de bütün kâinatın simasında mahkûktur.’ dense yeridir. Ne var ki bu hakikat, insanın maddî ve mânevî simasında her nesnede olduğundan daha net ve daha okunaklıdır. Zira Hz. Ali’nin de ifade buyurdukları gibi, insan küçük bir cisim değil, o bütün âlemlerin özünü ihtiva eden bir nüsha-i kübrâdır ve kâinatların Hakk’ı ilanına denk bir şehadetin de bülendâvâz şahididir.1) O, her hâliyle Hazreti Mübdi’i gösterir; her şeyiyle O’na dayandığını haykırır; zâhir ve bâtınıyla hep O’nu ilan eder.
  • Bu itibarla, ister insan ister kâinat, varlığın Zât-ı Hakk’a dayandırılmaması tamamen gayr-i mâkul, bedâhet-i hisse aykırı ve ilimler hesabına da bir tali’sizliktir; evet Zât-ı Hakk’a dayandırılmayan varlık mesnetsiz, O’nunla irtibatlandırılmayan ilimler bir mânâda evham ve hayâlât, O’nun mârifetine ulaştırmayan tetkikler, tahliller neticesiz birer meşgale ve insan vicdanında, dolaylı yoldan dahi olsa, O’na karşı alâka ve muhabbet uyarmayan müzakereler, muhavereler de faydasız güft ü gûdur.
  • Aslında, bütün varlık ve eşya binlerce dillerle bize hep O’nu anlatmakta, insan vicdanı kendine has o ledünnî duyuş, seziş ve yönelişleriyle her zaman O’nu hatırlatmaktadır: Biz ne zaman maddî ihsas ve mânevî ihtisaslarımızla şu meşher-i âleme, şu varlık kitabına ve enfüsî derinliklerimize yönelsek, hep O’ndan bir şeyler dinler ve her hâlimizde O’nunla kâim olduğumuzu duyarız. Allah, yarattığı her şeyle kendini ifade eden ve bin bir dille vicdanlara varlığını duyuran, böylece zamandan, mekândan münezzeh olduğu hâlde her yerde hâzır ve nâzır bulunduğunu hatırlatan bir Mâlum-u Müteâl ve bir Mevcud-u Bîmisal’dir. Zâhir-bâtın bütün âlemler, O’nun ulûhiyet ve rubûbiyetini haykırmakta ve mâbudiyetinin Zât’ından geldiğini ifade etmektedir.. evet Allah, Allah olduğu için ‘Mâbud-u bi’l-hak’ ve ‘Maksud-u bi’l-istihkak’tır. Bu itibarla da, hamd ü senâ, tekbir u tâzim, takdis ü tesbih gibi her hâliyle kulluk bizim boynumuzun borcu, O’nun da hakkıdır.”2)
  • “Biz O’nu, Rahmân, Rahîm, Ehad, Samed, Ferd, Hayy, Kayyûm, Kadîm, Kâdir, Âlim, Semî’, Basîr, Azîz, Cebbar, Cemîl, Celîl, Kebîr, Cevâd, Raûf, Mütekebbir, İlâh, Seyyid, Mâlik, Rab, Hakîm, Mütekellim, Hâlık, Rezzak… gibi yüzlerce isimleriyle; hayat, ilim, sem’, basar, irade, kudret, izz, hikmet, kibriyâ, ceberût, kıdem, bekâ, kelâm, meşîet ve emsali onlarca sıfatlarıyla tanımaya çalışırız. Bütün bunlarla beraber yine de, O’nu tam bildiğimizi, bileceğimizi iddia edemeyiz; edemeyiz de مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ ‘Ey Mâruf, Seni hakkıyla bilemedik.’3) sözleriyle nefes alır verir ve اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ ‘O’nu idrak edememe idraktir.’4) mülâhazasına sığınırız. Allah, idrak edilemez, zira O, ihata edilemeyecek ölçüde her şeyi muhîttir. Bu itibarla da, O’nun tam ihata edileceğini iddia etmek, muhîtin muhît olduğu aynı anda muhât olabileceğini düşünme demektir ki, bu da açıkça bir tenakuzdur. Kaldı ki, O’nu bilmede bizim ışık kaynaklarımız sayılan bütün müştak isimler de ne teker teker ne de hepsi birden hakikat-i Hakk’ın künh-ü ehadiyetine ulaştırmada yeterli değil, aksine kâsırdırlar. Mantıklar, muhâkemeler, esmâ-i hüsnânın gölgesinde ancak yine O’nun dileyip murad ettiği kadar Zât-ı Sübhanî hakkında bilgi ve mârifet sahibi olabilirler.. evet, O’nun hakkında bizim bildiğimiz ve bileceğimiz her şey işte bundan ibarettir. Alman şair-i şehîri ne hoş söyler:
  • ‘O’nun hakkında ne söylersek söyleyelim, künh-ü Bârî nâkabil-i idraktir. İnsanın Zât-ı Hak’la alâkalı ancak müphem bir ihtisası ve tahminî bir fikri olabilir. Evet biz hem kendi ruhumuzda hem de tabiatta Allah’ın varlığını hep sezip duruyoruz; öyleyse, O’nun künhünü bilip bilmememiz ne ifade eder ki!’ Aslında biz Allah’ı yüzlerce isim ve bîpâyan sıfatlarla yâd etsek de yine de ifadelerimiz hakikatin pek çok dûnunda kalacaktır. Mademki, ulûhiyet dediğimiz Vücud-u Âzam yalnız insanda değil, büyük-küçük âlemin bütün şuûnunda ve tabiatın zengin ve mukayyet sinesinde değişik tecellîlerle kendini ifade etmektedir. Böyle bir Zât hakkında tavsîf-i beşer ne ölçüde yeterli olabilir ki…’ der ve O’na karşı saygılı, kendimiz adına da temkinli olmayı yeğleriz.
  • Böyle bir mülâhazadan ötürü olmalıdır ki, hem kibâr-ı mütekellimîn hem de pek çok sofî, O’nu ıtlakındaki derinlik ve ihatasındaki enginlik itibarıyla ‘Hû’ zamiriyle anmayı bir mânâda tercih etmiş ve mülâhazalarını onun kuşatıcılığına bağlamışlardır. Evet, ‘Hû’ Zât-ı Hakk’ı, bütün celâlî tecellîleri, umum cemalî celevâtı, topyekün esmâ-i hüsnâsı ve bilcümle sıfât-ı sübhaniyesiyle ifade edecek genişlikte sırlı bir kelimedir. Onun bu ihata ve vüs’atinden dolayı olmalıdır ki, mercii mülâhazaya alınması şartıyla, bu zamiri İsm-i Âzam addedenler de olmuştur. Herhâlde ona makam-ı tevhidi tam ifadede İsm-i Âzam demek daha uygun olur.
  • Zât-ı Ulûhiyet’e, ehadiyeti itibarıyla bakılınca, esmâ ve sıfâttan kat-ı alâka ile ondan Zât-ı Baht kastedilir. Vahidiyet açısından nazar edildiğinde ise, esmâ-i ilâhiye ve sıfât-ı sübhaniye de duyulur, sezilir. Burada vicdanın, O’nu bütün âsârı, ef’âli, esmâsı ve sıfatlarıyla da mülâhazaya aldığı olur ki, bu da daire-i rubûbiyetin duyulup sezilmesi demektir.
  • Hakikî hakaik-i vücud mertebesine daire-i ulûhiyet denmesi, Zât-ı Baht itibarıyla Cenâb-ı Vacibü’l-Vücud’u ifade etmesi açısındandır ki, Allah ism-i âzamı da işte bu mertebenin ism-i hâssıdır. Bu mânâda ulûhiyet, âsârı itibarıyla meşhûd, ahkâmı açısından da bilinen fakat ihata edilemeyen, müteâl bir hakikatin unvanıdır. Bizim ulûhiyetle alâkalı bilip idrak ettiklerimiz sadece onun bazı vasıflarından ibarettir. Bu kadarı da, o daire hakkında mârifet-i tâmme adına yeterli değildir. Zira bizim bilemediğimiz ona dair daha nice evsâf-ı âliye vardır ki, ‘Tam kavradım, ihata ettim.’ diyebilmek için kendi hususiyetleriyle bütün o sıfatların da bilinmesi zarurîdir. Onu da insanların bilmesi mümkün değildir.”5)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Bkz. El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 5/366.
2)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 733–734.
3)
El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/410; El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 4/79, 17/202.
4)
El-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 4/252; Es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, 1/103.
5)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 736–738.
allah.txt · Son değiştirilme: 2024/03/21 10:14 Değiştiren: Editör