Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


bilim

Bilim

  • İnsanoğlunun varlık ve hâdiselere bakışı, bu bakışı yerinde değerlendirip birer bilgi kaynağı hâline getirmesi, eşya ve bilim arasında gelip-gidip sürekli bir şeyler üretmesi gibi zihnî ve fikrî aktiviteler, dil ve düşünce münasebetleri dediğimiz hususların esasını teşkil eder. Bu münasebetlerin iyi kavranıp, iyi değerlendirilmesi, milletlerin ilim ve düşünce hayatları adına çok önemlidir.”1)
  • “… bugün bir kısım ilim ve bilim çevrelerince insanların, sadece duyu organlarıyla algıladıkları ve tecrübe alanlarına giren şeylere iman etmeleri gerektiği iddia edilmektedir. Hâlbuki duyu organları ve tecrübeler, katiyen imanın rüknü olamazlar. Dolayısıyla ‘Ben, sadece elle tutulan, gözle görülen, kulakla işitilen ve laboratuvar tecrübeleri neticesinde elde ettiğim malumata inanırım.’ diyen bir kişi, imanı asıl mânâsıyla anlayamamış demektir. Onun için âyet-i kerimede يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ buyrularak, müttakilerin, iman edilmesi gereken hakikatlere hem aklen hem de kalben inanmalarının esas olduğu vurgulanmış olmaktadır.”2)
  • “Kudreti Sonsuz tarafından yaratılıp sahneye konmuş vak’aları tespit etmekten öte bir işe yaramayan bilim –bilhassa ‘bilim’ tabirini kullanıyorum– insanın beden ve cismaniyetine ait bir kısım sıkıntıları giderip yine bir kısım yaşama zorluklarını bertaraf eden teknoloji hiçbir zaman bizim gerçek beklentilerimize cevap vermedi, veremezdi de ve vereceğe de benzemiyor.
  • Arkamızda bıraktığımız asrın sonlarına doğru pozitif ilimler o kadar şımardı, o kadar küstahlaştı ki, onun bu hezeyan ve lâubalîlikleri karşısında, modern bilimin dili ve tercümanı sayılan Ruben Alves, Paul Feyerabend, Rene Guenon’lar onun zimamını çekme ve onu tokatlama lüzumunu duydular. Keşke, onlar kadar olsun dengeli, rasyonel ve akl-ı selîme itibar ediyor olabilseydik! Aslında, gelecek nesilleri makinenin azat kabul etmez köleleri olmaktan kurtarmak ve milletimizin bir iki asırlık sekme ve sendelemelerini aşmak da böyle bir ilmî anlayışa bağlıdır. Bu anlayışı gerçekleştirdiğimiz takdirdedir ki, çağın televvünatıyla metafizik yeniden doğacak, insanlık ilim ve teknolojinin esiri olmaktan kurtulacak.. derken, her yerde kâinat bir kitap gibi okunacak, okunan şeyler birer münacat gibi hem sinelerimizin derinliklerine hem de Arş-ı Rahmet’e ulaşacak; tabiat bir meşher gibi temâşâ edilecek, her temâşâ bir Cennet zevkiyle ufuklaşacak ve bu inkılaplar silsilesi sayesinde tarihimiz bir altın çağ daha yakalayacak…
  • Vâkıa, yirminci asrın son çeyreğinde insanlık bir kısım tabulardan sıyrılmaya yöneldi ve belli bir ölçüde bunda başarılı da oldu; ama tam mânâsıyla eski alışkanlıklarından kurtulduğu söylenemez. Çünkü o, hâlâ, bilim ve teknoloji yi en hakikî bir mürşit, en yanılmaz bir rehber görmekte ve henüz bu kronik esaretini de fark edememekte. Ne var ki, dünya değişik bir tekevvün yoluna girmiştir ve girdiği bu yoldan geri dönmesi de ihtimal haricidir.”3)
  • “Faydalının; güzele, iyiye, doğruya tercih edildiği bir dünyada yaşıyoruz.. ve zannediyorum, günümüzün tâli’siz insanlarının ard arda gelen belalardan bir türlü bellerini doğrultamamalarının asıl sebebi de işte bu. Evet bugün, bilimi, tekniği, teknolojiyi olduğunun üstünde değerlerle tabulaştıran, küstahlaştıran; buna karşılık, dini, ahlâkı, fazileti, estetiği, gereksiz ve lüzumsuz gibi gören gösteren akılsızlık, âdeta çağın dehası sayılmakta. Öyle görülüyor ki, gerçek insanî değerleri altüst eden bu çarpık düşünceden kurtulacağımız güne kadar, milletçe yaşadığımız sarsıntılar da, bulantılar da devam edecek.”4)
  • İlim, tek başına herhangi bir milletin malı değildir. Hele Batılıların asla! İlmin çocukluk dönemi ile insanlığın çocukluk dönemi aynı zamana rastlar.. ve o, aynı düşünce yamaçlarının, aynı gayret vadilerinin ürünüdür. Batı, bilhassa tecrübî ilimleri yeni bir değerlendirmeye tâbi tutacak olgunluğa ulaştığında, o güne kadar diğer milletlerin düşünce salıncaklarında, hususiyle de Asya kavimlerinin beşiklerinde hem de ne nazla sallana sallana belli bir kıvama gelmiş bulunan bilim, yeni Batı medeniyetinin ilk hamlesi, belki de ilk rampası sayılan Rönesansla, yarınların ilim düşüncesine de açık hâlihazırdaki şeklini almıştı.
  • Batı onu, eski kaynaklarından özümleyip alırken, ilim ahlâkıyla alâkalı hususları da ihmal etmemişti. Gerçi o, ilmin neşet ettiği yerleri ve geçiş yollarını belli ölçüde çarpıttı; ama onun menşeindeki ahlâkîliği, aşk u şevki, azim ve kararlılığı ilmin orijini gibi hep göz önünde bulundurdu. Zaten bilim de bir müze malı, bir şöhret plaketi ve başkalarının temâşâsına sunulan bir meşher metaı olarak da alınamazdı. O, içinde geliştiği toplumun damarlarına kan gibi yayılacak ve ona değişen her günün havasını fısıldayacak bir hayat cevheri gibi alınmalıydı.. ve bir ölçüde öyle de alındı. Aksine o, sadece yazılı metinler olarak aktarılacaktı ki, bence kitaplarla, disketlerle aktarılan bilgiye hakiki bilgi demek mümkün değildir.
  • Eğer gerçek ilim, hiçbir çıkar gözetmeden zekânın sonsuzluğa yönlendirilmesi, mutlak hakikatin keşfedilmesi istikametinde varlığın tekrar ber tekrar yorumlanması ve hedefe ulaşma konusunda gerekli koordinatların yerli yerinde kullanılması ise –ki Batı Rönesansa yürürken meseleye böyle yaklaşmıştı–onu bu dinamiklerinden tecrid ederek bir yere varılamayacağı açıktır. Eğer Batı insanının ruhuna gerçeğin aşk ve fikrini aşılayan Hristiyanlık ise, farklı bir buudda, kısmen de olsa, bir dönemde bizim de gerçekleştirmeye muvaffak olduğumuz büyük yeniliğin temelinde, nâmütenâhilik esasına dayanan dinî düşünce ve bu düşünceden doğan acz u fakr derinlikli aşk u şevk vardı. O güne göre bilimin önemli bir kaynağı sayılan vahiy derinlikli ilim düşüncesi, çağın devâsâ kametleri tarafından kusursuz temsil edilebiliyor ve sonsuzluk duygusuyla meshur bu aşkın düşünceler, hem de araştırmaya hiç mola vermeden hep ‘nâmütenâhi’ diyorlardı. Bu ölçüde bir temsil sayesinde akıl, mantık birer aydınlık kaynağı gibi çevreye ışık yağdırıyor ve bu nurların ruhlara sinmesiyle toplum çapında yepyeni bir ilim düşüncesi meydana geliyordu. Cemiyetin hiçbir kesiminden tepki almayan ve bütün fertleri tarafından ilâhî bir mesaj gibi kabul edilen, hatta bir ibadet neşvesiyle üzerinde durulan ilim düşüncesi, eğer bu ilk feveran esnasında, Asya’daki hercümerç ve Anadolu’daki haçlı tahribatına maruz kalmasaydı –Allah bilir– dünya bugünkünden çok daha aydınlık, düşünce hayatı daha engin, teknoloji daha mûnis ve ilimler daha ümit vaad edici olacaktı. Zira, İslâm’ın insanımıza kazandırdığı sonsuzluk düşüncesi, insanlığa yararlı olma mefkûresi, eşya ve hâdiselere müdahale etme sorumluluğu dünyada her yerde bulunandan daha fazla bizde vardı…
  • Evet, ilmî düşüncenin ruhu ve esası sayılan şahsiyet ve karakter, ancak hakikat aşkına dayanırsa istikbal vaad eder. Bu da, yapılan işlerde herhangi bir hırs, çıkar düşüncesi ve dünyevîlik bulunmamasına bağlıdır. Böyle herhangi bir çıkar düşüncesi, menfaat mülâhazası gözetmeden varlık ve eşyayı temâşâ edip tanıma, tanıyıp değerlendirme, hakikat aşkının bir diğer adıdır ki; ona sahip olanın ulaşamayacağı şahika yoktur.”5)
  • “Modern ilim düşüncesini, ruhla, mânâ ile savaştıranlar, eşyanın perde önünden de perde arkasından da hiçbir şey anlamayan, fizik-metafizik sınırlarını kavrayamamış ve tefekkür yetenekleri bulunmayan muhakemesiz mukallidlerdir. Hâlbuki, bilimin de ilmin de beslendiği temel kaynak metafizik düşünce ve ruh ufkudur. Tarih boyu bütün ilmî hamleler bu kaynaktan beslene beslene gelişmiş; ilim düşüncesi onun büyülü, engin ve sonsuzluk televvünleri ve gönüllerimize akan ilhamları sayesinde bugünlere gelip ulaşmıştır.”6)
  • “Bugün, ilim veya bilim adına kullandığımız esaslar, hayat, kâinat ve varlık felsefemiz, başkaları tarafından daha önce ortaya atılmış nazariyelerdir.. ve bunların nüveleri de kat’iyen bizim mantığımız, bizim muhakememiz, bizim sancılarımız ve bizim gayretlerimizin ürünleri değildir. Bizim ızdıraplarımızın, bizim fikir çilelerimizin, bizim ilhamlarımızın ve bizim hafakanlarımızın doğurmadığı şeylerden istifade etmeye kalkmak –hele doğrudan doğruya olursa– ruh velûdiyetimizi öldürmek ve düşünce hayatımızı kısırlaştırmak demektir.”7)
  • İlim, bizde doğup büyümüş, aslını ve çekirdeğini bizden almışken, bilim, rasyonalizmiyle, pozitivizmiyle batının mahsulüdür. Bu bilim, hakikati ve bütün hakikatlerin kaynağı mutlak hakikati inkârla işe başlar ve hatalar, yanlışlar, ihtimaller üzerinde gide gide güya doğruya varmaya çalışır. Oysa elde bütün yanlışların vurulacağı, bütün gerçekdışıların tartılacağı bir hakikat olmadan, doğruya nasıl varılabilir? Her şeyi değişir gören bilim, bir ‘değişmez’in varlığını kabul etmeden, değişmeler ve değişenler üzerinde nasıl çalışabilir? Değişmez kaideler ve sabit hakikatler olmadan deneyin, tecrübenin ve gözlemin halledeceği hiçbir şey yoktur. Onlarla insanın dünyasını aydınlatmak mümkün değildir.
  • Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere Peygamberimizin hadislerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslamî ilimlerden de haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşan; diğer bir ifadeyle, hakikat bilgisiyle donanmış, marifete açık ve bilinmesi gerekli olan şeyi olduğu gibi bilen birisine ‘âlim’ denir. Arap dilinde, bildiğiyle amel etmeyene âlim denmez; çok şey biliyor olsa da, o insana câhil denir. İlim, bilim olmadığı gibi, bilgin de, âlim değildir; bunlar birbirinden farklıdır. İşte, hakiki bir âlimin ölümü, âlemin ölümü olarak görülmüştür ve insanlar için büyük bir musibet kabul edilmiştir.”8)
  • “Gerçek ilim; bir taraftan dünya ve âhiret saadetinin yegâne kılavuzu olan Kur’ân’a sarılarak, diğer yandan da Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecellilerine birer tercüman olan bütün ilim dallarını kucaklayarak sırat-ı müstakîm üzere yürümeyi sağlayan hakikat bilgisidir. Bu açıdan, ilim, bilimle karıştırılmamalıdır; Cennet yolunun rehberi sayılan ilim, tecrübe ile elde edilen, eski bilgiler üzerine bina edilerek geliştirilen, yanlışları düzeltile düzeltile olgunlaştırılmaya çalışılan, pek çok yanlarıyla ilmî faaliyetlerimizin esasını teşkil eden nazariyelerle bir tutulmamalıdır. Çünkü, ilimde, her şeyden önce dinin hakikatına uyanma, Zât-ı Uluhiyeti tanıma ve ebedî saadete ulaştıracak bir kısım referanslar alma söz konusudur.
  • Bilimin el yordamıyla üzerinde çalıştığı kâinat, esasen Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve iradesiyle yazdığı ve bir plân, program, ölçü ve dengeye göre tanzim ettiği eşya ve hâdiseler kitabıdır; gerçek ilimler de Allah’ın kâinattaki icraatından, ilahî kanunlarla eşya ve hâdiselerin münasebetinden süzülmüş raporlardan ibarettir. Kâinâtı bir düzen ve ahenk içinde kuran Yüce Yaratıcı, ortaya koyduğu bu düzeni Kur’ân vesilesiyle şerhetmiştir. Dolayısıyla, insan gerçek ilmi, kâinatı ve Kur’ân’ı beraberce okuyarak elde edebilir. Kâinatta câri kanunlara, eşya ve hâdiselere Kur’ân’ın adesesiyle bakmak suretiyle, hakikatleri asıl yerine oturtmuş ve ilmi ‘bilim’in götürüp bıraktığı çıkmazdan kurtarmış olur.”9)
  • “Batı’da uzun süren çatışmalar sonunda din ile bilimin arası ayrılmış; Descartes çıkmış, ‘Buraya kadar bilimin, şuraya kadar da dinin sahasıdır’ demiş. Bugün üniversitelerimizde benimsenen de bu. Gerçi böyle bir ayrılık, Müslümanlar olarak bizim inanç sistemimizde de, ilme bakışımızda da, tarihimizde de yoktur. İlim ve din, bizde aynı mananın iki farklı ifadesinden ibarettir. Biri zihnin, diğeri kalbin ışığı olarak kabul edilmiştir. Nitekim bizim, Batı’da Rönesans’ın ve ilimlerin gelişmesine zemin teşkil eden, bu gelişmeye dinamikler sağlayan muhteşem bir ilim tarihimiz vardır.”10)
  • “Batılı bilim adamlarının eşyayı didik didik etme istikametindeki araştırma ve çalışmalarını maalesef hicrî beşinci asırdan sonra bizdeki ilim adamı ve araştırmacılarda göremiyoruz. Şimdi eğer biz de en azından onlar kadar bu işe eğilmez, kendimizi bu türlü araştırmalara vermezsek istenen seviyede bir başarıya ulaşmamız mümkün değildir. Bunun için de öncelikle çok ciddî bir hakikat aşkına sahip olmamız gerekiyor. Allah’tan daha büyük bir hakikat olmadığı gibi, Allah’ın büyük gördüğü şeylerden daha büyük bir hakikat de olamaz. O hâlde öncelikle O’na ulaşma aşkı olacak. İnsandaki Hakikatü’l-Hakâik’e duyulan bu aşk, ondaki ilim aşkını tetikleyecek; ilim aşkı ise onu araştırmaya sevk edecek ve bin yerde bin türlü araştırmayla hep O’na ulaşma adına yollar araştıracak, yollar bulacaktır.”11)
  • “Hakikî ilim; aydınlığa koşan, hakikat soluyan ve kişiyi sırat-ı müstakîme götürebilen bir ışık kaynağıdır. İngilizcedeki karşılığı ‘science’ olan bilim ise eski bilgiler üzerine bina edilerek, geliştirilen, tecrübe ile elde edilen ve yanlışları düzeltile düzeltile nizama konacak, pek çok yanlarıyla ilmî faaliyetlerimizin esasını teşkil eden nazariye, hipotez demektir. Bu itibarla bilim, ilim ile aynı şey değildir ve bunların birbirine karıştırılmaması gerekir.”12)
  • İlim, bizde doğup büyümüştür ve dölyatağı da kalb ve kafa birleşik noktasıdır. Rasyonalizm üzerine kurulmuş, daha sonra da pozitivizm esaslarına dayanarak gelişmiş bilim ise, tamamen maddî, dünyevî, arzî ve fizik çerçevelidir ki, çıkışı nazariyelere dayalı, devamı şüphelerle iç içe, neticesi de tereddüt ve kuşkudur. O, duyu organları dünyasında rüşeymleşir ve nazarî aklın referansı ile yaşar. Çok defa gözün görmediği, kulağın işitmediği şeyleri inkâr eder. Hâlbuki göz, mânâya karşı kördür. Kulak da onu duyamaz. Evet bugün bilim denilen şey, sadece duyu organlarıyla duyulup, görülüp hissedilen obje ve vak’alara ‘evet’ der.
  • Bugün bilim adına iddia edilen hususlar tamamen batı felsefesinin ürünüdür. Menşei doğu olan, çarpıtılmış batı felsefesi… Evet, günümüzdeki gelişmelerde İslâm dünyasındaki ilmî gelişmelerin büyük bir payı vardır. Fakat artık Mourice Bucaille’dan Kaptan Kusto’ya, Alexis Carrel’den, Carlayl’a, ondan Garaudy’e kadar Batılı pek çok yazar, ‘Batı, tamamen bugünkü gelişmelerini doğuya borçludur. Bu mânâda Endülüs, Batı’ya iyi bir örnek teşkil etmiştir.’ diyerek bu gerçeği açıkça itiraf etmektedirler. Belli bir dönemde temelleri itibarıyla bizim dünyamızdan alınan bu ilimler, onlar tarafından sadece mücerret ilim olarak ele alınmış, onların bize kazandırdıkları ve bunların hangi esas ve kaideler üzerinde geliştiği meselesi nazar-ı itibara alınmamıştır. Evet, Batı bu ilimleri kendi materyalist düşüncesiyle yoğurarak ele almış ve sübjektif değerlendirmelere tabi tutarak kendi orijinleri açısından başkalaştırmıştır. Bir kere Batı’da din, hiçbir zaman hayatla hemhâl olamamıştır.”13)
  • “… eğer Batı’daki bilim, Allah’a teslim olmaz ve Allah’ı gösteren bir ayna haline getirilmezse, insanlığın âkıbeti çok karanlık olacaktır.”14)
  • “… maksadımız, ne bilimi ve onun ürünlerini hafife alma, ne de ilmî araştırmaların kayda değer bir şey olmadığını vurgulamadır. Aksine, bize göre bilim de, onun ürünleri de çok önemli ve saygı duyulması gerekli olan bir değerler mecmuasıdır; dolayısıyla da, mutlaka takdirle karşılanmalıdır. Bizim maksadımız, insan, varlık ve yaratılış hakikatini ifadede en doğru, en mükemmel, en muhît ve yanıltmayan, ama günümüzde hep göz ardı edilen önemli bir bilgi kaynağını hatırlatmaya mâtuftur. İşte bu kaynak, geçmişte tahrife uğramış bazı kitaplar müstesna, her zaman taze kalabilmiş nübüvvet kaynağıdır. Şimdilerde modern ilimler, bir kısım küllî görüş ve genel değerlendirmelere bağlayarak varlık ve hâdiselerdeki düzen, ahenk ve işleyişle alâkalı önemli şeyler keşfedip ortaya koymuş olabilirler. Biz bunların bütününü takdirle karşılarız; ama, çağın en ileri teknolojilerini kullanarak ulaşılan bu bilgi ve yorumları, icmâlen dahi olsa, bir kısım özel donanımlı kimseler, hem de çok erken bir dönemde ortaya atmışlar ve bazı ilim çevreleri de bunlara karşı lâkayt kalmış veya kadirnâşinas davranmışsa; işte o zaman biz, edebimiz çerçevesinde böylelerine karşı sesimizi yükseltir ve mutlaka doğru bildiklerimizi haykırırız.
  • Evet, bugün modern bilimlerin ortaya koyduğu nice gerçekler var ki, çok önceleri, icmâlî birer fezleke hâlinde de olsa, peygamberler, bunların hemen hepsini vahye açık o engin ledünniyâtlarına ve müstesna fetânet derinliklerine dayanarak küllî (bütüncül) bir nazarla, değişik şekillerde ortaya koymuşlardı. Günümüzün, modern laboratuvarlar ve çok ileri teknolojilerle çalışan araştırma merkezleri, onların ortaya koydukları gerçeklerin neresinde bulunurlarsa bulunsunlar, hâlâ bugün milyonlarca insan her şeyi onların mesaj ve yorumları çerçevesinde değerlendiriyor; hususiyle de insan-kâinat-Allah konusunda bilâkayd u şart onları takip ediyor ve onların arkasından gidiyor. Buna mukabil, bilim ve felsefe adına ortaya atılan en yeni faraziyeler ise, her gün farklı bir kısım nazariyelerle yer değiştiriyor; yani şimdilerin ilim adamları dünkü meslektaşlarını sorguluyor ve tabiî bu arada yıkılmaz ve sarsılmaz gibi görülen pek çok hipotez yerlerini bir bir daha farklı görüşlere bırakıyor ve bilim adına başlarda gezen en sağlam tespitler birer birer geldikleri gibi birer birer de yıkılıp gidiyorlar. Nebilerin getirdikleri gerçekler ise -bir kısım dar idrakli müntesiplerin talihsiz yorumları müstesna- her zaman müracaat edilegelen sabit esaslar olarak dünkü kıymetlerini şimdilerde dahi devam ettiriyorlar; devam ettiriyorlar çünkü, onların ortaya koydukları esaslar bütünüyle varlığı bir meşher gibi tanzim eden, bir kitap gibi yazan, bir saray gibi düzenleyen Yüceler Yücesi bir Zât’ın mesajlarına dayanıyor.
  • Bu sebepledir ki, insan, varlık ve Yaratıcı hakkında bilgilendirme vazifesi, söz söyleme salâhiyeti, özel donanımlı ve Kudreti Sonsuz’la hususî münasebetleri bulunan bu zatlara bırakılmalı ve varlığın perde önü, perde arkası mânâ ve mahiyetiyle alâkalı açıklamaları da sadece onlar yapmalıdırlar.”15)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

  • Abdullah Demir, “Kur’ân-ı Kerim ve Bilim”, Çağlayan, Aralık 2020
  • Esat Arslan, “Bilimin Muhtaç Olduğu Işık”, Sızıntı, Temmuz 2004
  • Fuat Bozer, “Bilim ve Tefekkür”, Sızıntı, Temmuz 1990
  • Fuat Bozer, “Bilimin Gücü ve Sınırları”, Sızıntı, Kasım 1990
  • İhsan Karaçokak, “Kur’ân’dan Bir Bilim Anlayışı Çıkarılmaz mı?”, Sızıntı, Eylül 2015
  • Kemal Serçe, “Bilim Hakikati Ne Kadar Bilebilir?”, Sızıntı, Ekim 2008
  • Mehmet Aydınlı, “Bilim ve Gerçek”, Sızıntı, Şubat 1991
  • Nazif Baki Akad, “Modern Bilimde Kaybolan Hikmet”, Sızıntı, Kasım 2005
  • Osman Çakmak, “Bilimlerin Nihaî Ufku”, Sızıntı, Aralık 2007
  • Ö. Faruk Noyan, “Bilim”, Sızıntı, Haziran 1998
  • Ömer Said Gönüllü, “Ruhunu Arayan Bilim (İnsan)”, Sızıntı, Ekim 2002
  • Ömer Yıldız, “Bilim ve Yaratılış”, Çağlayan, Mayıs 2018
  • Selim Aydın, “Günümüz Batı Dünyasında Bilim ve Din”, Sızıntı, Haziran 1995
  • Selim Aydın, “Bilimin Hangi Yönü Eleştirilmeli?”, Sızıntı, Aralık 1995
  • Selim Aydın, “İnsanın Tabiat ile Diyaloğunda Akıl, Bilim ve Dinin Etkileşimi”, Sızıntı, Nisan 2000
  • Selim Aydın, “21. Yüzyılda Eğitim ve Bilimin Temel Prensipleri”, Sızıntı, Nisan 2001
  • Selim Aydın, “Bilimde Hamle İçin Hangi Zihniyet”, Sızıntı, Ocak 2008
  • Selim Çaldıranlı, “Modern Bilimin Yanlışları”, Sızıntı, Ağustos 1991
  • Ubeydullah Akyüz, “Din ve Bilim İçin İki Ayrı Alan mı?”, Sızıntı, Haziran 1997
  • Yusuf Alan, Y. Mermer, “Modern Bilimin Düşündürdükleri”, Sızıntı, Ocak 1995

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Beyan, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 40.
2)
M. Fethullah Gülen, Bir İ’câz Hecelemesi, İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 117–118.
3)
M. Fethullah Gülen, Günler Baharı Soluklarken (Çağ ve Nesil-5), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 84–85.
4)
A.g.e. s. 161–162.
5)
A.g.e. s. 186–187.
6)
M. Fethullah Gülen, Yeşeren Düşünceler (Çağ ve Nesil-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 80–81.
7)
M. Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk (Çağ ve Nesil-7), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 81.
8)
M. Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı (Kırık Testi-6) , İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 83.
9)
M. Fethullah Gülen, Ölümsüzlük İksiri, (Kırık Testi-7), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 236–237.
10)
M. Fethullah Gülen, Vuslat Muştusu, (Kırık Testi-8), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 201.
11)
M. Fethullah Gülen, Yenilenme Cehdi (Kırık Testi-12), İstanbul: Nil Yayınları, 2013, s. 12.
12)
M. Fethullah Gülen, Prizma-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 98.
13)
A.g.e. s. 98–99.
14)
A.g.e. s. 105.
15)
M. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru (Ruhumuzun Heykelini Dikerken-2), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 141–143.
bilim.txt · Son değiştirilme: 2024/04/27 09:55 Değiştiren: Editör