Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


ehl-i_beyt

Ehl-i Beyt

  • “‘Ev halkı’ anlamına gelen Ehl-i beyt (ehlü’l-beyt) terkibi ev sahibiyle onun eşini, çocuklarını, torunları ve yakın akrabalarını kapsamına alır. Câhiliye devri Arap toplumunda kabilenin hâkim ailesini ifade eden Ehl-i beyt tabiri, İslâmî dönemden itibaren günümüze kadar sadece Hz. Peygamber’in ailesi ve soyu mânâsına gelen bir terim olmuştur.” 1)
  • “Size iki şey bırakıyorum: Allah’ın kitabı Kur’ân ve Ehl-i Beytim.”2)
  • Ehl-i Beyt’e bu teveccüh, sadece sıhrî karabetten değildir. Bunda ince bir sır vardır ve Allah Resûlü bu sırra binaen Ehl-i Beytini nazara vermektedir. Zira, Ehl-i Beyt-i Nebevî, cibillî olarak Kitabullah’a ve Resûlullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun getirdiklerine sahip çıkmaktadırlar. Onun içindir ki, daha sonraki devirlerde onlara sahip çıkmak aynen dine sahip çıkmak gibi olmuştur. İşte bu hikmete mebni O, daha çok Ehl-i Beytini nazara vermektedir.
  • Diğer taraftan Allah Resûlü’nün davasını temsilde ve nübüvvet mânâsına sahip çıkmada vârisleri Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) gibi zatlardır. Bunlar Efendimiz’in gerçek vârisleridir.
  • Bu noktadan hareketle Efendimiz’in peygamberlik davasına birinci planda sahip çıkanlar sahabe-i kiramdır. Daha sonra da çeşitli devirlerde o pâk nesilden gelen ve yaşadıkları dönemde İslâm’ı en ulvî şekilde temsil edip gönüllere hayat üfleyen Ehl-i Beyt olmuştur. Vâkıa dinî hayat ve dine hizmet daha önce gelir. Hangi devirde olursa olsun Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek mirasına sahip çıkanlar O’nun en yakınları ve Ehl-i Beyti sayılırlar.”3)
  • Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin sırtında iken hane-i saadetten içeriye Hz. Ömer girdi. Onları böyle şerefli bir yerde görünce نِعْمَ الْفَرَسُ تَحْتَكُمَا ‘Ne güzel bineğiniz var!’ dedi. Ve hemen Allah Resûlü şöyle buyurdu: نِعْمَ الْفَارِسَانِ هُمَا ‘Ya ne güzel süvariler onlar!’ Onlar bu meselenin şuurunda veya değildirler. Fakat Allah Resûlü onları işte böyle onore ediyordu. Bir başka defasında da Hz. Hasan'a: نِعْمَ الْمَرْكَبُ رَكِبْتَ ‘Ne güzel bineğin var!’ diyene karşı: ونِعْمَ الرَّاكِبُ هُوَ ‘O da ne güzel binici!’ cevabını yetiştirmişti.
  • Evet O, kıyamete kadar gelecek bütün evliyânın babası ve bütün evliyâya ait şerefin, haysiyetin, izzetin ve onurun nüvelerini mahiyetinde taşıyan Ehl-i Beyt’in bu iki mühim imamına hususî teveccühte bulunarak zaman zaman onları omuzunda taşıyordu. Onlara gösterdiği bu ilgi ve alâkanın altında, şüphesiz temsil edecekleri Ehl-i Beyt ve bütün evliyânın da hissesi vardı. Onun içindir ki, Ehl-i Beyt'in mühim bir ferdi olan Abdülkadir Geylânî, haklı olarak, atalarının, Allah Resûlü’nün omuzlarında taşınması itibarıyla şöyle der: ‘Allah Resûlü'nün mübarek ayakları, benim omuzumda; benim ayağım da, bütün evliyânın omuzundadır.’”4)
  • “Âhirzamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacak. Gerçi mânen ben Hazreti Ali’nin (radiyallâhu anh) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. O’ndan hakikat dersini aldım. Ve Âl-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) bir manada hakikî Nur şâkirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nur’da ihlâsı bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur bilirim diye, yarı muvâfakat şeklinde bir cevap verilmekte ve bu mehdîlik teklifi açık ve kesin olarak reddedilmemektedir.”5)
  • “Dünyada mütesânid hiçbir hânedan ve mütevâfık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt’in hânedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin. Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren.. ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına geçiren.. ve hakikat-i Kur’âniye’nin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt; elbette âhirzamanda şeriat-ı Muhammediye’yi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve Sünnet-i Ahmediye’yi (aleyhissalâtü vesselâm) ihya ile, ilân ile, icra ile başkumandanları olan Büyük Mehdî’nin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri, gayet makul olmakla beraber gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.”6)
  • “Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm), vazife-i risâletin icrâsına mukâbil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddeti istiyor.”7)
  • “Kitap ve Sünnet’e ittibâ unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risâletçe muradı, sünnet-i seniyyesidir. Sünnet-i seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi, Âl-i Beyt’e hakikî dost da olamaz.
  • Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i ilâhî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O hâlde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesânide lâzım ki, Âlem-i İslâm’ın terakkiyât-ı mâneviyesinde medâr ve merkez olabilsin. İzn-i ilâhî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş.”8)
  • “Eğer denilse: ‘Âl-i Beyt’e muhabbeti Kur’ân emrediyor. Hazreti Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Niçin Şîalar, hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar, belki işaret-i nebeviye ile o fart-ı muhabbete mahkûmdurlar?”
  • Biri: Mana-yı harfiyle, yani Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) hesabına, Cenâb-ı Hak nâmına, Hazreti Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet, Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) muhabbetini ziyâdeleştirir, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrûdur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.
  • İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazreti Peygamber’i (aleyhissalâtü vesselâm) düşünmeden, Hazreti Ali’nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazreti Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hatta Allah’ı bilmese de, Peygamber’i tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) muhabbetine ve Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.”9)

Dipnotlar

2)
Tirmizî, Menâkıb, 77; Muvatta, Kader, 3.
3)
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-3, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 22–23.
4)
M. Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihar Tablosu: Sonsuz Nur, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 502–503.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 433.
6)
A.g.e. s. 577.
7)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 25.
8)
A.g.e. s. 27.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 116.
ehl-i_beyt.txt · Son değiştirilme: 2023/06/25 20:26 Değiştiren: Editör