Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


alem-i_emir

Âlem-i Emir

  • Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve irâdeden geldiklerinden masdar itibarıyla ruha bir derece muvâfık, fakat yalnız vücûd-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücûd-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Hâlbuki o kanun daima bâkîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te’sir etmez, bozmaz. Meselâ; bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte madem en âdi ve zayıf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır; elbette ruh-u insanî; değil yalnız beka ile, belki ebedü’l-âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünkü; ruh dahi Kur’ân’ın nassı ile, قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ferman-ı celîli ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir nâmus-u zihayattır ki, kudret-i ezeliye, ona vücûd-u haricî giydirmiş. Demek, nasıl ki sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emirden gelen şuûrsuz kavânîn, daima veya ağleben bâki kalıyor; aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı irâdenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. Çünkü; zîvücûddur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünkü; zîşuurdur.”1)
  • Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi; ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir.. bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye, bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh; vücûdu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemût bir kanun olurdu.”2)
  • İnsanın çekirdeği olan kalb, ubûdiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emir ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”3)
  • Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben beşerî güç ve kuvvetten teberri kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen itimad-ı tâmmeye ulaşma ile sona eren âlem-i emre ait ahvâl veya rûhanî seyrin mebdeine ‘tevekkül’, iki adım ötesine ‘teslim’, bir tur ilerisine ‘tefviz’ ve müntehâsına da ‘sika’ denir.”4)
  • Ruhun iç yüzü diyebileceğimiz bâtınınasır’ denir. Sırrın bâtını ise ‘sırru’s-sır’ kabul edilir. Sırru’s-sırrın en önemli bir buudu ‘hafî’, en engin bir derinliği de ‘ahfâ’dır. Bâtından maksat, bir nesnenin özü, esası ve mayası demektir. Bu latîfelerden sadece biri âlem-i halktan, diğerleri âlem-i emir dendir.. ve âlem-i emirden olan latîfelerin en derini, en zor erişileni ahfâdır. Ahfâ, diğer latîfeler itibarıyla merkezi tutuyor gibi bir hususiyet arz etmektedir. Hafî, âlem-i emre ait hususiyetleriyle tıpkı bir mahfaza gibi onu kuşatır; sırru’s-sır, bir sur gibi bunların hepsini ihata eder ve ruh bir atmosfer gibi bütün latîfeleri kucaklar ve kalbe bağlar. Bu latîfelerin inkişaf ettirilmesi, kalbî ve ruhî hayatın, hayata hayat olmasına bağlıdır. Bu itibarla da, henüz cismaniyetten kurtulamamış, letâif-i insaniye ufkuna ulaşamamış bahtsızların, belli seviyedeki ruhlara akıp gelen bu mevhibeleri duymaları mümkün değildir. Bunları duyabilmenin asgarî şartları, evvelâ istidat, sonra o istidadı inkişaf ettirme adına sa’y u gayret ve daha sonra da usûlüne göre çile çekmek ve erbaînlerle beden hâkimiyetinden kurtulabilmektir.”5)
  • Âlem-i gayb ve âlem-i şehadet, âlem-i emir ve âlem-i halk birbirinden farklı unvanlarla anılsalar da bunlar iç içe âlemlerdir ve biri diğerinin zâhirî buudu, öbürü de berikinin bâtınî derinliğinden ibarettir. Ancak, sıfât ve esmâ-i ilâhiyenin, hatta şe’n-i Rubûbiyetin birer mahall-i tecellîsi ve farklı mertebede birer taayyün faslı sayılan bu âlemler tamamen birbirinden ayrı hususiyetler arz etmektedirler.”6)
  • Sidre, bütün hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer.. her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhanîlikte derinleşen rabbanîlerin, melekût-u eşyaya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes hayretle soluklanmaya durur. Zira daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah’tan başka kimse muttali değildir.”8)

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 564.
2)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 529.
3)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 106.
4)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 115.
5)
A.g.e. s. 435.
6)
A.g.e. s. 539.
7)
A.g.e. s. 609.
8)
A.g.e. s. 751.
9)
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 185–186.
alem-i_emir.txt · Son değiştirilme: 2024/08/03 14:14 Değiştiren: Editör