Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


kunuz-u_mahfiye

Künûz-u Mahfiye

  • Gizli hazineler. Esma, sıfat ve şuunat-ı İlahiyenin sırları.
  • Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-yı ilâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkül-küşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle o garib muamma, o acib tılsım olan ene, açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar. 1)
  • “… âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki; Hallâk-ı kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.”2)
  • “Hâlık-ı âlem’i bize tarif ve ilân eden deliller ve burhanlar, lâyüad ve lâyuhsâdır. O delillerin en büyükleri üçtür:
  • Birincisi: Bazı âyetlerini gördüğün, işittiğin şu ‘kitab-ı kebîr-i kâinat’tır.
  • İkincisi: Bu kitabın âyetü’l-kübrâsı ve divan-ı nübüvvetin hâtemi ve künûz-u mahfiyenin miftahı olan Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)’dır.
  • Üçüncüsü: Kitab-ı âlemin tefsiri ve mahlûkâta karşı Allah’ın hücceti olan Kur’ân’dır.”3)
  • “… insan eğer o gizli güzelliğin sırlı bir aynası ise –ki öyle olduğunda şüphe yok– hep gönül gözleriyle O’na müteveccih olmalı, her zaman pusuda bekleyip tecellî avlamaya çalışmalı ve kendini daha derin sevgi iklimlerine alıp götürecek esintiler beklemelidir; beklemeli ve O’na ulaşmak veya O’nu hoşnut edip sevdikleri arasına girebilmek için kurbet yolunun bütün argümanlarını kullanmalı, O’nun teveccüh vesileleri arasında, buldum/bulacağım ümidiyle hep koşturmalı ve gönlü her zaman o ‘Kenz-i Mahfî’nin kilidinde bir anahtar gibi dönüp durmalıdır. Bu suretle, eğer muhabbet bir Süleyman, gönül de taht-ı revân ise, er geç sultanın gelip tahtına oturacağı muhakkaktır.”4)
  • Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle ‘ben’ mânâsına gelen ‘ene’den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren ‘ene’; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede ‘ene’ –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve ‘Kenz-i Mahfî’nin lisan-ı fasîhi olur.”5)
  • Vera, zâhir ve bâtın buudlarıyla yerine getirilmesi kulluk borcu umumî bir ameldir. Vera yolcusu, takva ile ulaşılan zirvelerde dolaşırken, bir taraftan zâhiriyle, emr u nehiylerin âzâd kabul etmez kölesi olarak hayatını onlarla örgüler.. ve ‘Allah için işler, Allah için başlar’, Allah için oturur, Allah için kalkar. Allah için yer, Allah için içer, ‘lillâh, livechillâh dairesinde hareket eder’, diğer taraftan da bâtınını “Hazîratü’l-Kuds”ün izdüşümü hâline getirerek, kalbindeki ‘Kenz-i Mahfî’ ile halvet olur ve bütün bütün ağyâra kapanır. Yani, O’na götürmeyen düşüncelerden uzaklaşır.. O’nu hatırlatmayan görüntülere sırtını döner, O’nu söylemeyen beyanlara –onlara beyan denecekse– kulaklarını tıkar ve O’nun kıymetler listesine girmeyen şeylerden de elini-eteğini çeker.”6) 7)
  • Âlem-i Lâhut: İcmalî tarif çerçevesinde, âsârıyla müberhen, esmâsıyla malum, sıfatlarıyla muhât, tasavvuru nâkâbil-i idrak, gaybu’l-gayb, kenz-i mahfî, âlem-i ıtlak, gayb-ı mutlak, hakikatü’l-hakâyık unvanlarıyla bilinen vahidiyetin (Bazıları ehadiyet demede ısrar ediyor) mahall-i tecellîsi âlemler üstü bir âlemdir.”8)
  • “Teşriî emirler zaviyesinden ism-i Zâhir’in kıvamı imam ve sultan iledir; ism-i Bâtın’ın kıvamı ise hakikat âleminin emiri kutup iledir. Yani sultan-ı zâhir, ism-i Zâhir’in, sultan-ı bâtın da ism-i Bâtın’ın memerri, meclâsı ve minvechin temsilcisi mahiyetindedir. Zâhir, bâtının bir tezahürü, bâtın da Zâhirin iç ucu ve öteler buududur. Bâtın olan ‘Kenz-i Mahfî’ tecellî yoluyla zuhur etmeseydi, o mukaddes kaynak bilinemez, her taraftaki bu göz kamaştırıcı güzellikler temâşâ edilemez ve ism-i Bâtın ufkundaki mânâlar da okunamazdı. Bâtın kenzi, zâhirle soluklandı ve zâhir bâtına müzeyyen bir zarf hâline geldi; يْسَ فِي اْلإمْكَانِ أَبْدَعَ مِمَّا كَانَ 9) mazmunuyla ifade edilen derin, ziyadar ve ihtişamlı bir zarf.10)
  • Aklın zâhirî nazarında bu kevn ü fesattaki mecâlî ve mezâhirin taaddüdü bir kısım kesret kılıklı farklılıklar ortaya koysa da, bu kat’iyen menba ve mercideki vahdete münâfî değildir. Her şey, her hâliyle O’nunla irtibatlı ve O’nun kasd u iradesine bağlı çalkalanmakta; gelmekte-gitmekte ve O’na dönmektedir. Bu itibarla da kesretten, kenz-i mahfî-i vahdetin halk ve icad çerçevesinde bir inkişaf tecellîsi diye de söz edebiliriz.”11)
  • “Bazı hak dostlarına göre ruh, Cenâb-ı Hak’la bir alâka ve muhabbet unsuru, kalb, bir mârifet mahzeni, sır O’nun inayetiyle bir müşâhede sistemi, hafî ise esrar-ı ulûhiyet atlası, ahfâ da ‘kenz-i mahfî’nin esrarlı bir anahtarı kabul edilmiştir.”12)
  • Hafî ufkuna ait mezâhir, benlikten tecerrüde bağlanmıştır. Bu itibarla da mecazî varlıktan vazgeçememiş mübtedîler, asla vücud-u hakikînin tecellîleriyle cilvesâz olamazlar. Kendini kendine malik görenler de hafî ufkuna ulaşamadıkları gibi esrar-ı rubûbiyeti temâşâ zirvesine de yetişemezler ve hele kenz-i mahfînin râyihasını bile kat’iyen duyamazlar. Kenz-i mahfî esrarı ahfâ ufkuna nâzırdır. Burası sırlar ötesi sır âlemi ve asaleten Hz. Akrabu’l-Mukarrabîn’e (sallallâhu aleyhi ve sellem), bittebaiye de o kapının diğer bendelerine has bir ufuktur. Sırrı zevk etmeyen ve hafînin kâsesinden bir şeyler yudumlamayan, bu şahikaya da asla ulaşamaz.”13)

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 583.
2)
A.g.e. s. 584.
3)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 16.
4)
M. Fethullah Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket (Çağ ve Nesil-8), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 173–174.
5)
M. Fethullah Gülen, Sükûtun Çığlıkları (Çağ ve Nesil-9), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 98.
6)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 100.
7)
A.g.e. s. 100.
8)
A.g.e. s. 540.
9)
“Mevcut durumdan daha bedîi, güzeli ve çarpıcısı olamaz.” Bkz.: Gazzâlî, İhyau Ulûmi’d-Dîn, 4/258; İbn Arabî, El-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/53; 4/154; 6/392; 7/82; 8/221; Zehebî, Siyeru a’lâmi’n-Nübelâ, 19/337; Şa’rânî, Et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 2/105; Münâvî, Feyzu’l- Kadîr, 2/224; 4/495.
10)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 557.
11)
A.g.e. s. 566.
12)
A.g.e. s. 721–722.
13)
A.g.e. s. 724.
kunuz-u_mahfiye.txt · Son değiştirilme: 2024/03/21 10:08 Değiştiren: Editör