Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


enaniyet

Enâniyet

  • Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle ‘ben’ mânâsına gelen ‘ene’den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren ‘ene’; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî ), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede ‘ene’ –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve ‘Kenz-i Mahfî’nin lisan-ı fasîhi olur.”1)
  • “… ‘enâniyet’, kendine düşkünlük, yalnız kendini düşünme, her faaliyetini bir kısım şahsî çıkarlara bağlı götürme, her işi bencillik mülâhazasıyla ele alma ve o mülâhaza ile bitirme de diyeceğimiz bir ruh hastalığının unvanıdır.”2)
  • Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihraz mazhariyeti diye yorumlanmıştır. Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.”3)
  • “Bizler Sen’i enâniyetimizin zulümâtıyla değil, ancak Sen’in Zât’ının nurlarıyla müşâhede edebiliriz.”4)
  • “Hazreti Pîr de insan mahiyetinde bulunan ve bilhassa günümüzde çok öne çıkan bu boşluklara Hücümat-ı Sitte’de dikkat çekmiştir. Orada sayılan zaaflar, makam sevgisi, korku, tamah, menfî milliyetçilik, enâniyet ve tenperverliktir.”5)
  • “Kendisiyle hesaplaşmayan, kendini yerden yere vurmayan bir insan hiç farkına varmaksızın beyhude başkalarıyla meşgul olur durur. Hele şahsî enâniyete bir de aidiyet mülâhazası eklenirse, kişinin kaybetme ihtimali daha fazla büyür. Çünkü Hz. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, cemaat enâniyeti ferdî enâniyeti takviye eder. Dolayısıyla denilebilir ki, cemaat enâniyeti, öldüren, kahreden çok tehlikeli bir Allah belâsıdır. İşte bütün bu tehlikelerden korunmanın yolu, insanın kendisiyle sürekli yüzleşmesi, sürekli kendisiyle yaka paça olmasıdır.”6)
  • “… enâniyet çağında bile olsa insan, Cenab-ı Hakk’a karşı ibadet ve ubûdiyette ne kadar derinleşirse, enâniyet o ölçüde ondan elini eteğini çekecek ve bencilliğin alanı yavaş yavaş daralacaktır. Nasıl ki, ışık dairesi genişledikçe zulmet dairesi daralıyor; aynen öyle de, ubûdiyetle enâniyet arasında böyle bir zıtlık vardır. Birisi, diğerinin rağmına gelişir. Bir insan ubudiyette ne kadar derinleşirse, o ölçüde enâniyette sığlaşır. Zamanla o insan her şeyi kudret-i ilâhiyeye bağlar, ortaya koyduğu başarıların kıymetini ise O’nun rıza ve teveccühünün bulunup bulunmamasına göre değerlendirir ve neticede enâniyet ve benlik itibarıyla tamamen erir, kendini görmez olur, hep O’nu söyler, gezdiği her yerde O’nu haykırır.”7)
  • “Benliği ve benlik buudlu şeyleri terk etmek çok önemlidir ve önemine binaen de üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Zira kâmil insan olabilmenin birinci şartı budur. İnsan-ı kâmil olma ise, insan olmanın yegâne gayesidir. Şeytan, benlik ve enâniyet sebebiyle huzurdan kovulmuştur. Her hâlde, onun huzurdan kovulmasını netice veren şeyler, insanın huzura kabulüne sebep olacak değildir. Hâlbuki kâmil insan olma, Cenab ı Hakk’ın huzur-u hâssına kabul demektir. İlim irfan, elde edilen mertebeye sadece buud kazandırabilir. Yoksa, bizzat mânevî mertebe kazandıramaz. Zannediyorum ilmine, irfanına güvenip caka satanlar, ahirette bir çobandan farksız olarak haşrolacaklardır.”8)
  • “… kalbin ve ruhun hayatına yükselmenin yolu, nefis ve enâniyet cihetiyle yok olmaktır. Evet, insan yok olmalıdır ki var olsun! Zât-ı Ulûhiyet hakkında bir kısım hakikatlerin kalb ve vicdan yoluyla müşâhede edilmesi ve insanın bunu vicdanında sezdikten sonra iradesiyle kendisini yönlendirmesi, nefsin ve enaniyetin baskısından kurtulmasına bağlıdır. Bu ise ancak derin bir tefekkür, Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki âyet, kelime, harf ve satırlarında O’na ait hakâiki müşâhede edip daima uyanık ve gözleri açık yaşama gibi yollarla temin edilebilir.”9)
  • “… enâniyetine itimat eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına müptelâ olan adam; o vâkıada evvelki hâlime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâlet-âlûd mâlûmat ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve adem-âlûd bir zulümât içinde görüyor.”10)
  • “Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip tevekkül ve duayı bırakıp, tekebbür ve dâvaya sapsan; o vakit iyilik ve îcad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı, örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun.”11)
  • “İnsanda iki vecih var. Birisi: Enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri: Ubûdiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.”12)
  • “… eğer insan, enâniyetine istinad edip, hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayâl ederek derd-i maîşet içinde, muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur gider. Ona verilen bütün cihâzât ve âlât ve letâif, ondan şikâyet ederek haşirde onun aleyhinde şehâdet edeceklerdir ve dâvâcı olacaklardır.”13)
  • “Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki; Hallâk-ı kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.”14)
  • “Suâl: Niçin Cenâb-ı Hakk’ın sıfât ve esmâsının marifeti, enâniyete bağlıdır?
  • Elcevap: Çünkü mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ zulmetsiz daimî bir ziyâ, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı; muhît, hududsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enâniyet yapar.”15)
  • “Gaye-i hayâl olmazsa, enâniyet kuvvetleşir.”16)
  • “… ihlâs ve hakperestlik ise, müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa, ‘Benden ders alıp sevab kazandırsınlar.’ düşüncesi, nefsin ve enâniyetin bir hilesidir.”17)
  • “Hubb-u câhtan gelen şöhret-perestlik sâikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enâniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı rûhî olduğu gibi ‘şirk-i hafî’ tâbir edilen riyâkârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlâsı zedeler.”18)
  • “… bahtiyar odur ki; kevser-i Kur’ânî’den süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.”19)
  • “Vahdetü’l-vücud meşrebi, mâsivâ-yı ilâhînin rubûbiyetini o derece şiddetle reddeder ki, mâsivâyı inkâr ve ikiliği ref’ ediyor. Değil nüfûs-u emmârenin, belki her bir şeyin müstakil vücudunu görmemek iken, bu zamanda fikr-i tabiatın istilâsıyla ve gurur ve enâniyetin nefs-i emmâreyi şişirmesiyle ve âhireti ve Hâlıkı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfûs-u emmâre küçük birer firavun, âdetâ nefsini mâbûd ittihâz etmek istidâdında bulunan insanlara vahdetü’l-vücudu telkin etmek, nefs-i emmâreyi, –el-iyâzü billâh!– öyle şımartır ki, ele avuca sığmaz.”20)
  • “Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: ‘Ben neyim, sen nesin?’ Nefis demiş: ‘Ben benim, Sen sensin.’ Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: ‘Ene ene, ente ente.’ Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: ‘Men ene? Ve mâ ente?’ Nefis demiş: اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ - وَاَنَا عَبْدُكَ الْعَاجْزُ Yani, ‘Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.’”21)
  • “Ehl-i dalâletin tarafgirleri, enâniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten, insanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler.
  • Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimalinde haklı dahi olsa, mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber, etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, ene’yi kabul etmiyor, nahnü istiyor. ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz.’ diyor.”22)
  • “Kardeşlerim, enâniyetin işimizde en tehlikeli ciheti, kıskançlıktır. Eğer sırf lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahale eder, bozar. Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz.. ve gözü, kulağına haset etmez.. ve kalbi, aklına rekabet etmez. Öyle de bu heyetimizin şahs-ı mânevîsinde her biriniz bir duygu, bir âzâ hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil, bilakis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i vicdaniyenizdir.”23)
  • “Ehl-i ilmin bir kısmında, bir enâniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enâniyetlidir. Çabuk enâniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enâniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan risalelere karşı muâraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu hâlde; nefsi ise, enâniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir adâvet besler gibi, Sözler’in kıymetlerinin tenzilini arzu eder.. tâ ki kendi mahsûlât-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.”24)
  • “İslâmiyet, tevhid-i hakikî dinidir ki; vâsıtaları, esbapları ıskat ediyor. Enâniyeti kırıyor, ubûdiyet-i hâlisa tesis ediyor. Nefsin rubûbiyetinden tut, tâ her nevi rubûbiyet-i bâtılayı kat’ediyor, reddediyor. Bu sır içindir ki; havastan bir büyük insan tam dindar olsa, enâniyeti terk etmeye mecbur olur. Enâniyeti terk etmeyen, salâbet-i diniyeyi ve kısmen de dinini terk eder.”25)
  • “Takva-yı hakikî ise, gurur ve enâniyetle içtima edemiyor.”26)
  • “Tarîkatta ‘seyr-i enfüsî’ ve ‘seyr-i âfâkî’ tâbirleri altında iki meşrep var.
  • Birinci meşrep, enfüsî meşrebidir; nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nurâni görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yol ile gidiyor. Bunun da en mühim esası; enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.
  • İkinci meşrep; âfâktan başlar, o daire-i kübrânın mezâhirinde cilve-i esmâ ve sıfâtı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşâhede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, aynayı Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.
  • İşte birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa; şükür makamından, fahir makamına düşer.. fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizâb ve incizâptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, ‘şatahat’ nâmıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudûr eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.”27)
  • “Vücûdunda adem, ademinde vücûdu vardır. Yani kendini bilse, vücûd verse; kâinat kadar bir zulümât-ı adem içindedir. Yani vücûd-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücûdu, nihayetsiz zulümât-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir ayna-yı tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihayetsiz bir vücûdu kazanır. Zira bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-vücûd’u bulan, her şeyi bulur.”28)
  • Enâniyetin vücudu ise haksız temellük ve aynadarlığını bilmemek ve mevhumu, muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.”29)
  • “… mümkinatın da iki vechi vardır:
  • Birisi: Enâniyet ile vücuddur. Bu ise ademe gider ve ademe kalbolur.
  • İkincisi: Enâniyetin terkiyle ademdir. Bu ise Vâcibü’l-vücûd’a bakar, bir vücud kazanır. Binâenaleyh vücud istersen, mün’adim ol ki vücudu bulasın!”30)
  • “Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sümbüllenip neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enâniyetin kalbi, ‘Allah, Allah’ zikrinin şuâ ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı semâvât ve arza isyan edemez. O zikr-i ilâhî sayesinde, ene mahvolur. İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin fethiyle, ene ve enâniyet mikrobunu öldürmeye ve şeytanın emirberi olan nefs-i emmârenin başını kırmaya muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kâdirîler de zikr-i cehrî sayesinde tabiat tâğutlarını târumâr etmişlerdir.”31)
  • “… insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir. Enâniyet ile o kadar aşağı düşerler ki zerreye müsavi olur. Ubûdiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki iki cihanın güneşi olur. –Hazreti Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) gibi–.”32)
  • “Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmalî yaparsan, vahdete takarrub edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret, fikrini dağıtır; evham seni havalandırır; enâniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsal eden kesret yolu budur.”33)
  • Enâniyetten neşet eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbap şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani hâlıksızlığa incirar eder –el-iyâzü billâh!–”34)
  • “… yüksek ehl-i hakikat dahi, mârifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler.
  • Biri: Kitab-ı kâinatı mütalâa ile, Âyetü’l-Kübrâ ve Hizbü’n-Nuriye ve Hülâsatü’l-Hülâsa gibi âfâka bakmaktır.
  • Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-i insaniye haritasını ve enâniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütâlaa ile, imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki, sırr-ı akrebiyete ve veraset-i Nübüvvet’e bakar.”35)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Sükûtun Çığlıkları (Çağ ve Nesil-9), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 98.
2)
A.g.e. s. 101.
3)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 174.
4)
A.g.e. s. 315.
5)
M. Fethullah Gülen, Yenilenme Cehdi (Kırık Testi-12), İstanbul: Nil Yayınları, 2013, s. 211.
6)
M. Fethullah Gülen, Mefkûre Yolculuğu (Kırık Testi-13), İstanbul: Nil Yayınları, 2014, s. 190.
7)
M. Fethullah Gülen, Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız (Kırık Testi-14), İstanbul: Nil Yayınları, 2015, s. 166.
8)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 99.
9)
M. Fethullah Gülen, Kendi Ruhumuzu Ararken (Prizma-9), İstanbul: Nil Yayınları, 2013, s. 124.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 334.
11)
A.g.e. s. 341.
12)
A.g.e. s. 342.
13)
A.g.e. s. 345.
14) , 15)
A.g.e. s. 584.
16)
A.g.e. s. 771.
17)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 190.
18)
A.g.e. s. 207.
19)
A.g.e. s. 209.
20)
A.g.e. s. 332.
21)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 455.
22)
A.g.e. s. 478–479.
23) , 24)
A.g.e. s. 480.
25) , 26)
A.g.e. s. 491.
27)
A.g.e. s. 502–503.
28)
A.g.e. s. 517.
29)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 74.
30)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 61.
31)
A.g.e. s. 92–93.
32)
A.g.e. s. 116.
33)
A.g.e. s. 133.
34)
A.g.e. s. 171.
35)
Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 136–137.
enaniyet.txt · Son değiştirilme: 2024/05/05 13:53 Değiştiren: Editör