Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


hilafet

Hilâfet

  • Halifelik.
  • “Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dediği vakit onlar: ‘Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet ve tenzih etmekteyiz’ dediler. Allah: ‘Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim’ buyurdu.” (Bakara, 2/30.)
  • “Yeryüzünde Allah’ın halifesi olması, insanın, yeryüzünde –tabiri caizse– Allah’ın vekili olması, O’nun namına varlık üzerinde tasarrufta bulunması demektir.”1)
  • “… hilafet, insanın niyabeten Allah adına varlık üzerinde tasarrufta bulunabilmesi demektir. Bunun mânâsı, icraat-ı sübhaniyenin aynıyla ifa edilmesi demek değildir. Hilafet, Allah tarafından yaratılıp insanlığın emrine musahhar kılınan varlığa müdahale hakkıdır. Bunu, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu kıstas ve kriterler çerçevesinde belirli bir zeminde peyzaj yapmaya benzetebiliriz. Hiç şüphesiz insanın böyle bir imkânla serfiraz kılınması önemli bir payedir. Zira ne meleklerin ne de daha başka ruhani varlıkların böyle bir vazifesi yoktur. İnsan, maddî bir varlık olduğundan, tabiatın bağrında neş’et ettiğinden ve tabiatın dilini anlayacak kabiliyetlerle donatıldığından dolayı tasarruf hakkı ona verilmiştir.”2)
  • “… insanın Allah’ın halifesi olması, yani eşyaya müdahale hak ve imkânına sahip olması, büyük bir potansiyeldir. İnsanın bunu fiiliyata geçirebilmesi için bir taraftan eşya ve hâdiseleri didik didik etmesi, diğer yandan da tefekkür ve çalışmalarını natüralizm sınırlarında bırakmayarak daha ileriye götürebilmesi, maddeyi aşarak Hz. Müteal’e ulaşması gerekir…
  • Allah’a halife olduğunun şuuruna varan bir insan, baktığı her yerden kendisini Allah’a ulaştıracak menfezler açar, şehrahlar oluşturur.”3)
  • Hilafet ve niyabetin hususiyetlerini, bu yüksek makamın insandan ne beklediğini ve hakkının nasıl verileceğini öğrenebilme ise bir rehbere bağlıdır. Asliyet plânında o rehberler peygamberlerdir. Peygamberler içinde de Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Hem Zât-ı Ecell ü Âlâ’nın hakkıyla tanınabilmesi hem de insandan beklenen misyon ve vazifelerin anlaşılabilmesi için yapılması gereken, bu rehberlerin eteklerine tutunarak, hayat yolculuğunu onların rehberliğinde sürdürebilmektir.”4)
  • “Eğer insanoğlu yeryüzünde Allah’ın halifesi, bütün yaratılanlar arasında Hakk’ın gözdesi, topyekûn varlığın özü, usâresi ve Yüce Yaratıcı’nın en parlak aynası ise –ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur– onu bu âleme gönderen Zât, kâinatların ruhundaki esrarı keşfetme, dünyanın bağrındaki gizli kuvvet, kudret ve potansiyel imkânları ortaya çıkarma; her şeyi yerli yerinde kullanarak kendisinin ilim, irade, kudret gibi sıfatlarına şuurlu bir temsilcisi olma hak, salâhiyet ve kabiliyetini verecektir ki, o, varlığa müdahale ederken ve hilâfet vazifesini yerine getirirken aşamayacağı herhangi bir engelle karşılaşmasın, eşya ile münasebetlerinde çelişkiler yaşamasın, hâdiselerin koridorlarında rahat dolaşabilsin, mahiyetine dercedilmiş bulunan istidatları inkişaf ettirmede zorlanmasın, ebedlere kadar uzayıp giden arzularını, emellerini gerçekleştirmede beklenmedik mânialara takılmasın.”5)
  • “İnsanlığın ayları, güneşleri sayılan salih kullar, evliya, asfiya ve enbiya ile, bir kısım kötülüklere, fenalıklara mukabil; hayırlar, güzellikler de her tarafa yayılmış, her yanda yaşanmış ve Allah’ın insana emanet ettiği hilâfet mührünün hakkı, hususiyle de yaratılış gayesinin şuurunda olanlarca kat katıyla eda edilmiştir. Yaratılış esprisini kavramış bir mü’min, farklı yaratılışıyla mütenasip farklı düşünce, farklı inanış ve farklı davranış sorumluluğuyla –ki beklenen de odur– bu âleme gönderildiğini anlar ve tavırlarını ona göre ayarlar. Böyle davranması gerektiği insanın zahirî ve batınî donanımından anlaşıldığı gibi, Kur’ân’da onun gerçek kıymetiyle tavırları, davranışları arasındaki münasebetin sık sık vurgulanmasından da anlaşılmaktadır. Yüce Yaratıcı Kur’ân’da: “Ben cinleri ve insanları başka değil, (Beni bilip) Bana kullukta bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) diyerek, insan olarak yaratılışın, hilâfete mazhariyetin, farklı donanımın en önemli gayesini vurgulamaktadır.”6)
  • “İnsanın, Yaratıcı’ya halife olma aktivitesi, O’na inanıp ibadet etmeden eşya ve hâdiselerin esrarına vâkıf olmaya, ondan da tabiata müdahale etmeye kadar fevkalâde geniş bir dairede cereyan eder. Hakikî bir insan bütün bir ömür boyu evvelâ, imanıyla duygu ve düşüncelerini plânlar, değişik ibadet çeşitleriyle ferdî ve içtimaî hayatını düzene sokar, genel muameleleriyle aile ve toplum münasebetlerini dengeler ve arzın derinliklerinden semanın enginliklerine kadar her yerde nev’inin bayrağını dalgalandırarak gerçek bir halife olmanın gereklerini yerine getirip iradesinin hakkını edâ etmeye çalışır; çalışır ve yeryüzünü imar eder, varlıkla insanoğlu arasındaki âhengi korur, arz ve semanın zenginliklerini arkasına alarak, Yaradan’ın emri ve izni dairesinde hayatın rengini, şeklini, şivesini daha bir insanî seviyeye getirmeye gayret eder.
  • İşte, özünde Allah’a kulluk mânâsını da ihtiva eden gerçek hilâfet budur! Ve bu aynı zamanda en küçük bir cehdle en büyük bir ihsanın birleşik noktasıdır. İnsanı, kestirmeden böyle bir noktaya ulaştıracak hamlenin adı da ibadettir. Bazılarının zannettiği gibi ibadet sadece bir kısım belirli hareketleri yerine getirmekten ibaret değildir; o şümullü bir kulluk ve kapsamlı bir sorumluluğun unvanıdır ve hilâfet namıyla, insan-kâinat-Allah münasebetinin en açık, en net ifadesidir.”7)
  • “İnsan, Allah’la münasebetlerinin yanında, Hakk’ın ‘emanet’ dediği mükellefiyetin de biricik emanetçisi konumundadır. Keza, hilâfet pâyesi zımnında, mahlukat üzerinde tasarruf ve hükümranlık hakkı da yine niyâbeten ona tevdi edilmiştir. Bu itibarla da, bütün mazhariyet ve mükellefiyetlerinin yanında ona emin, sadık ve ismet gayreti içinde olma gibi sorumluluklar da yüklenmiştir. O, Allah’a karşı emin, doğru; insanlara karşı güvenli, mutemet; kendisine karşı sorumlu ve afîf; elinin altındaki her şeye ve herkese karşı da merhametli ve güvenilir olmalıdır ki, aslında hilâfet ruhu da işte bu esaslar üzerinde dönüp durmaktadır; dahası, insanoğlunun diğer canlılardan farklılığı da büyük ölçüde yine bu hususlara dayanmaktadır.”8)
  • “Bize göre kadın, hususiyle de analık buuduyla, semalar, kadar derin ve gönlünde göklerin yıldızları kadar duyguların, düşüncelerin köpürüp durduğu bir his ve merhamet yumağıdır. O her zaman, acı-tatlı tâli’iyle uyumlu, sevinçleriyle kederleriyle barışık, neş’eyle-tasayla iç içe, kine-nefrete kapalı, her hâliyle ihya ve imar peşinde ve yeryüzünde ilâhî hilâfetin en saf mayası, insanî inceliğin de âdeta bir özü ve usaresidir.”9)
  • “Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiklerine bizim de yürekten saygı duymamız icap eder. Allah’ın insanlara karşı muamelesi de, bakışı da çok farklıdır. O, yerinde insanı bir mihrap gibi herkesin önüne kor ve Kendine tazimde ona bir kıblenüma vazifesi gördürür. Yerinde onun ruhuna varlığın esrarını fısıldar ve onu hususî bir hilâfetle şereflendirir.”10)
  • Hilâfetin 30 yıl süreceği mevsuk hadislerde ifade buyrulmuştur. 70 yıl süreceğine dair zayıf rivayetler varsa da, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhaniyetini gerçek mânâda temsil eden hilâfet, 30 yıl devam etmiştir. Bilâhare meydana gelen hâdiseler, bu gerçeğin tarihî birer şahididir.”11)
  • “… insanın hilâfeti de onun, kalbi itibarıyla ve melekûtla münasebeti açısındandır. Onun zâhiri mülk, bâtını ise melekûttur. Kâinatlarla Arş, arzla Kâbe arasında da aynı şeyler söz konusudur. Melekûta açık bir kalb sahralardan daha geniş, mülk itibarıyla koca bir ceset ise fincandan daha dardır. Mülk hissin kesafet mahalli, melekût letâifin inbisat sahasıdır. Melekûtî vâridât her ruhun serveti, kuvveti ve temelidir ve hiçbir kimsenin bundan müstağni kalması da mümkün değildir. Bu itibarla da, melekûttan kopan ruh, bütün bütün kaybetme vetiresine girmiş sayılır.”12)
  • Hilâfet pâyesinin mazhar-ı tâmmı insan-ı kâmildir.”13)
  • “İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki, ‘hikmet-i samedaniye kitabı’ namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve âciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubûdiyetinin şevketiyle, kalbinin şuâıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilâfet ve hâkimiyetin zirvesine yükselmiştir.”14)
  • “… insan Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine ait şuûnât ve ahvâline şâhittir. Ve mahlûkâtın cemaatleri içinde Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudâtın tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübra ile tekrim ve teşrif edilmiştir.”15)
  • “Cenâb-ı Hakk’ın arzında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır.”16)

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, İmtihanlar Kuşağı (Kırık Testi-18), New Jersey: Süreyya Yayınları, 2021, s. 268.
2)
A.g.e. s.269.
3)
A.g.e. s.270.
4)
A.g.e. s.271.
5)
M. Fethullah Gülen, Işığın Göründüğü Ufuk (Çağ ve Nesil-7), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 140.
6)
A.g.e. s. 141.
7)
A.g.e. s. 143.
8)
M. Fethullah Gülen, Sükûtun Çığlıkları (Çağ ve Nesil-9), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 40.
9)
M. Fethullah Gülen, Beyan, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 71–72.
10)
A.g.e. s. 90.
11)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-1, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 306.
12)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 543.
13)
A.g.e. s. 613.
14)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 20.
15)
A.g.e. s. 39.
16)
Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 210.
hilafet.txt · Son değiştirilme: 2024/01/16 18:32 Değiştiren: Editör