Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


idrak

İdrak

  • Bir şeyin keyfiyetini anlama.
  • İdrak, bir şeyi kemâliyle ihata etmektir.”1)
  • “Fonksiyon itibarıyla kuvve-i akliye, belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp bilmenin, iyi-kötü her işin neticesini idrak etmenin, maslahat ve mefsedetleri birbirinden ayırmanın önemli bir esası; kuvve-i şeheviye, arzu, istek, iştiha, lezzet ve cismânî hazların ana unsuru; kuvve-i gadabiye ise, kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık, kızgınlık ve atılganlığın biricik kaynağı kabul edilmiştir.”2)
  • “Varlığın çehresindeki perdeyi kaldıran; eşyanın ruhunda meknî bulunan sırları gün yüzüne çıkaran; yerle gök arasındaki kopukluğu giderip bir kere daha arzı semalara bağlayan; akılla kalbi en sağlam esaslar çerçevesinde buluşturup muhakemenin ufkunu fizik ötesi enginliklere ulaştıran; canlı-cansız her şeyi en doğru şekilde okuyan; okuduklarını, herkesten çok önce ve en büyük araştırmacıların idrak ufkunu aşkın bir seviyede yorumlayıp küllî kaidelere bağlayan O’dur. (sallallâhu aleyhi ve sellem)”3)
  • “… varlığı bir kitap gibi mütalâa ve tefekkür ancak, bütün eşya ve eşyaya ait hususiyetlerin Allah tarafından yaratılmış olduğunu kabul etmekle beklenen semereyi verir ve bereketli bir vâridât kaynağı hâline gelir ki, bu da her şeyin her hâliyle, Allah Teâlâ’ya istinadını yakînen idrak eden mârifetullah, muhabbetullah ve zikrullah ile itminana ulaşmış kalbî ve ruhî hayat kahramanlarının şiarıdır.”4)
  • İnsan duyularıyla elde edilen veya Allah’ın (celle celâluhu) vahiy ve ilham yoluyla bildirdiği bilgi ki zaman zaman onun herhangi bir tezahürünü ifade sadedinde: Gerçeğe, vâkıa uygun bilgi veya bir şeyi olduğu gibi kavrama mânâlarına da hamledilmiştir. Aynı zamanda ilim, kesin olsun olmasın, tasavvur veya hüküm olarak, mutlak mânâda idrak etme, düşünme ve anlama mânâlarına da gelir. Hatta çok defa, ilim sözcüğüyle mârifet mânâsını kasdettiğimiz de olur.”5)
  • “… ilim, küllî ve umumî bir bilme, mârifet ise herhangi bir şeyi –bu şeye Zât-ı ulûhiyet de dahildir– vech-i cüz’üyle tanımak demektir. Bu itibarla da, öteden beri Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad’e bilittifak ‘Âlim’ denmiştir ama, ‘ârif’ denmeden hep kaçınılmıştır. Ayrıca, dâniş, irfan, vicdan kültürü, hüner ve sanat mânâlarına da gelen mârifet; erbab-ı hakikatçe, bir şeyin ‘latîfe-i rabbaniye’ ile duyulması, bilinen şeyin misal-i ilmîsi, icabında kaybolup sonra da dönüp gelen ve tekerrür ettikçe derinleşen hafıza, şuur, idrak mahfuzatı ve bir hakikati diğerlerinden tam tefrik ve temyize yarayan yeterli malumat demektir ki; ef’âl ve sıfatların bilinmesi ve bilinen şeylerin de tafsile açık olmasıyla hulâsa edilebilir.”6)
  • “… bir taraftan, insanlığın idrak ufkunu tabiat-ı beşeriye zulmeti kuşatsa da bir başka zaviyeden her şeyi ve herkesi nur-u hakikat ve ziya-i vahdetin ihata ettiği duyulur ve hissedilir. İnsan, cismanî tabiat atmosferinin üstüne yükselebildiği ve nazarını öteleştirdiği takdirde, vahdet dünyasının aydınlıklarıyla tanışır; idrak, ihsas ve müşâhedelerinde kendini el değmemiş, göz görmemiş sürprizler sağanağı içinde bulur.”7)
  • “Anlama, idrak etme, us mânâlarına gelen akıl; ıstılah olarak, zâhirî hâsselerle idrak edilemeyen şeyleri kavrayıp değerlendirebilen ilâhî bir nurdur. Akla, maddeden mücerret, ama faaliyetlerinde madde ile müşterek ve bitişik hareket eden bir cevher ve ‘ben’ ile işaretlenen ‘nefs-i nâtıka’ diyenler de olmuştur. Ayrıca onun, insan bedeninde ruha bağlı bir latîfe ve nefs-i nâtıkanın önemli bir buudu olduğunu iddia edenlerin yanında, ona, insan derununda, belli ölçüde de olsa, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıran ilâhî bir cevher nazarıyla bakanların sayısı da az değildir.”8)
  • “O’nu tam bildiğimizi, bileceğimizi iddia edemeyiz; edemeyiz de مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ ‘Ey Mâruf, Seni hakkıyla bilemedik.’9) sözleriyle nefes alır verir ve اَلْعَجْزُ عَنِ الْإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ ‘O’nu idrak edememe idraktir.’10) mülâhazasına sığınırız. Allah, idrak edilemez, zira O, ihata edilemeyecek ölçüde her şeyi muhîttir. Bu itibarla da, O’nun tam ihata edileceğini iddia etmek, muhîtin muhît olduğu aynı anda muhât olabileceğini düşünme demektir ki, bu da açıkça bir tenakuzdur.”11)
  • “… hiçbir peygamberin dimağına girme ve onu tahlil etme imkânımız olmadığından söylenecek her sözün gözü kör, kulağı sağır, ayağı topal ve kolu da felç demektir. Yani herhangi bir kıymet-i ilmiyesi yoktur. Şu kadar var ki, nasıl peygamberlerin eliyle meydana getirilen harikulâde şeyler, beşer tekâmül ve terakkisinin son sınırını teşkil ediyor, öyle de mantıkîlik adına da aynı şey söz konusu olabilir. Bizim ıstılah olarak ‘fetanet’ dediğimiz bu şey, onlara has derinlikleriyle başkaları tarafından kat’iyen idrak edilemez. Zira bu seviye bir son sınırdır ve tamamıyla peygamberlere hastır. Artık o noktaya gelince âdiyât biter; fevkalâdelikler, harikûlâdelikler başlar.”12)
  • “… ne insan ne cin ne de diğer mahlukatın gaybe muttali olması kat’iyen mümkün değildir. Zira bu mesele, mahlukatın idrak ve anlayışının çok çok fevkindedir. Bir kere, insanın ilim ve idrak alanı oldukça sınırlıdır. O, bu sınırlı bilgisiyle âlem-i gaybe ait hususları kavrayamayacağı gibi, böyle bir konuda tahlil ve terkiplerde de bulunamaz. Tabiî bu konuda, Allah’ın insanlar arasından seçerek gaybe muttali kıldıkları müstesnadır.”13)
  • “Belli bir sistem içinde kemale ermek ve kemale ulaşmak için çırpınıp duran ferdin, Yüce Yaratıcı’nın Kur’ân-ı Kerim’de tesbit ettiği çerçeveye göre bir yönlendirilmeye tâbi olması çok önemlidir. Böyle bir kimsenin kalbî, ruhî, fikrî, vicdanî bütün gücü, Allah’a nisbeti içinde, insan, eşya ve kâinat iyi idrak edilip iyi yorumlanarak aydınlatılmalıdır ki, aslında yaratılışın gayesi de bu olsa gerek. Biz buna, ‘varlığın diliyle ilâhî ahlâkın seslendirilmesi’ diyoruz.”14)
  • “… akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliyenin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında ‘cerbeze’; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında ‘gabâvet’ ve ‘hamâkat’; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak ‘hikmet’ denmektedir.”15)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Ali ibn Muhammed es-Seyyid eş-Şerif Cürcani, Tarifat: Arapça-Türkçe Terimler Sözlüğü, tercüme ve şerh: Arif Erkan, İstanbul: Bahar Yayınları, 1997, s. 15.
2)
M. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru (Ruhumuzun Heykelini Dikerken-2), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 218–219.
3)
M. Fethullah Gülen, Beyan, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 94.
4)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 59.
5)
A.g.e. s. 232.
6)
A.g.e. s. 329.
7)
A.g.e. s. 567.
8)
A.g.e. s. 633.
9)
El-Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 2/410; El-Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 4/79, 17/202.
10)
El-Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 4/252; Es-Suyûtî, Şerhu Süneni İbn Mâce, 1/103.
11)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 736.
12)
M. Fethullah Gülen, Prizma-3, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 82.
13)
M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, İstanbul: Nil Yayınları, 2010, s. 363.
14)
A.g.e. s. 558.
15)
M. Fethullah Gülen, Diriliş Çağrısı (Kırık Testi-6) , İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 274.
idrak.txt · Son değiştirilme: 2024/03/13 18:03 Değiştiren: Editör