Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


felsefe

Felsefe

  • “Yunanca ‘philosophia’ kelimesinden gelen felsefe, ‘hikmet sevgisi’ demektir. Bu ilmin erbabına filozof/feylesof denilmektedir ki, biz buna ‘hakîm’ de deriz. İlim dünyamızda felsefeye hâkim nice âlimlerimiz gelip geçmiştir.
  • Ancak şunu hemen ifade edeyim ki, felsefenin, Kur’ân’ın emirlerine ve Sünnet’in ruhuna ters bir kısım nazariyeler mecmuasından ibaret olan kısmını, Müslümanlıkla ve İslâm’ın ruhuyla telif etmek mümkün değildir. Tam sübut bulmamış, pozitif neticelerle sağlam kaideler üzerine oturtulmamış meseleleri Kur’anî esaslarla telif etme çabası doğru değildir. Çünkü dün bir ekol olarak ortaya atılan bir felsefî sistem, daha sonraki devirlerde hususiyle pozitif bilimlerle çürütülüp rafa kaldırılabilir. Bu, günümüzde ve daha evvelki devirlerde olagelmiş bir hatadır ve zararlı olmuştur. Maalesef bu düşünce, bize orta çağın skolastik düşüncesinin bir hatırasıdır. Birileri çıkar, ilim adına bir nazariye ortaya atar ve biz de hemen ona tutunur, ardından da dinî emirlerle telifini yapmaya çalışırız.”1)
  • “… ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; hurûf-u mevcudatın tezyînâtında ve münâsebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış… Şu kitab-ı kebîrin hurufâtına ‘mânâ-yı harfî’ ile, yâni Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip ‘mânâ-yı ismî’ ile, yâni; mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. ‘Ne güzel yapılmış’a bedel, ‘Ne güzeldir!’ der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir.”2)
  • Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mucizât-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nâdir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ; en câmi bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı, bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ; en latîf ve umumî bir mucize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gayptan muntazam iâşelerini âdi görüp, küfrân perdesini üstüne çeker. Fakat, intizamdan şüzûz etmiş, kabilesinden cüdâ olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle bütün hazır balıkçıları ağlatmak ister.”3)
  • “İşte bak, âlem-i insaniyette zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-yı insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde –biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet– gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihat etmiş ise; yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehâlet edip itâat ederek hizmet etmiş ise; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise; bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış.. ve şerler ve dalâletler, felsefe silsilesinin etrafına cemolmuştur.”4)
  • “Hem dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çâre bulamadıkları ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı hâlde, Kur’ân-ı Hakîm, iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır ve delâil-i kat’iyye ile çıkarmasını isbat ediyor.. ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihâzâtıyla dolduruyor.”5)
  • “Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: ‘Güneş bir kütle-yi azîme-yi mâyia-yı nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir.’ Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor… Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-yı sûrîsine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciz-nümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme!”6)
  • “Hem ekser enbiyânın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemânın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi ve işaretidir ki; Asya akvâmını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek, din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli!”7)
  • “Rüya-yı sâdıka, hiss-i kable’l-vukuun fazla inkişafıdır. Hiss-i kable’l-vuku ise herkeste cüz’î-küllî vardır.. hatta hayvanlarda dahi vardır. Hatta bir zaman ben, bu hiss-i kable’l-vukuu –zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak– insanda ve hayvanda ‘sâika’ ve ‘şâika’ nâmıyla –aynı sâmia ve bâsıra gibi– iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefe, o gayr-i meş’ur hislere hata ederek, ahmakçasına ‘sevk-i tabiî’ diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i ilâhî sevk ediyor. Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”8)
  • “Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek manevî olan hastalıklar, insanları aklî ilimlere teşvik ve sevk eder. Ve akliyat ile iştigal eden, emrâz-ı kalbiyeye müptelâ olur.”9)
  • İlim, irfan, fıkıh, felsefe, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, kâinat kitabı ve dinin özündeki fayda, maslahat ve gayelere vukuf gibi pek çok mânâlara gelen hikmet; hakikat ulemasınca, daha çok faydalı ilim ve salih amel beraberliği şeklinde yorumlanmıştır ki bunlardan biri diğerinin iradî sonucu, beriki de bir kısım yeni mevhibelerin başlangıcı ve mukaddimesidir.”10)
  • “… çoğunluğu itibarıyla, felsefe ile iştigal edenler, aklı çok kullananlar hep yanılıyor. Aklı Allah için kurban etmek gerek. Çünkü burhan-ı limmî11), burhan-ı innî12) üzerinde yürür. Cenâb-ı Hak baştan burhan-ı innî olarak vicdanda kendini hissettirir. Vicdan, o hakikati kendi enginliği içinde duyduğu an, bütün delil ve kitapları atar. Aczini, fakrını hissettiği an, dua ile ona dayanır. Hele esbab bi’l-külliye sukût ettiğinde insan vicdan kulağıyla kendini dinleyebilirse çok farklı buudlarda çok farklı şeylere şahit olur.”13)
  • “Üstad hayattayken Türkiye’de, Auguste Comte gibi düşünürlerin bayraktarlığını yaptığı pozitif düşünce çok hâkimdi. Türk aydını daha bir sürü materyalist, natüralist, rasyonalist feylesofların düşüncelerinin tesirinde idi. Dolayısıyla Üstad’ın felsefeye karşı tavrına biraz da bu zaviyeden bakmak lâzım. Çünkü bazı dönemlerde İslâm felsefesi diyebileceğimiz çok mahzurlu olmayan bir kısım düşünce akımları da olmuş, hatta kelâm ilmi bir yönüyle bu akımlardan beslenmiş ve çok defa onlara dayanmıştır. İmam Gazzâlî de felsefeye karşı verdiği mücadeleyi bir yönüyle yine ayrı bir felsefî sistem geliştirerek yapmıştır. Buna isterseniz Bergson’un anlayışıyla, aklın akılla yenilmesi, isterseniz bir silah ile öldürücü başka bir silahı bertaraf etme de diyebilirsiniz.
  • İşte, bu açıdan bakıldığında, Üstad’ın tevakki ettiği ve zararlı gördüğü felsefenin; materyalizme dayalı, bütün güç ve kuvvetini tamamen pozitivizm den alan mücerret akılcılıktan (rasyonalizm ) beslenen bir felsefe olduğu görülür ki, böyle bir felsefî düşünüş Necip Fazıl’ın benzetmesiyle parmak ucu kadar bir şeker parçası elde edebilmek için bir çuval keçiboynuzu yemek gibi bir şeydir.
  • Bediüzzaman’ın felsefeden tevakki edişinin sebeplerinden biri de, yine kendilerinin ifade ettiği gibi, felsefî ve aklî ilimlerle çok iştigal etmenin kalbin marazını artırması mülâhazasıdır.
  • Üstad en eski eserlerinden olan Muhakemat, Münazarat ve Lemeat’ta bile hep fünun-u medeniyeyi teşvik etmektedir. Böyle bir insanın, fünun-u müsbetenin (pozitif bilimler) karşısında olması düşünülemez. Onun, karşısında olduğu, din tanımayan felsefe ve mücerret akılcılıktır ki, onlarla iştigal ölçüsünde insanda kalbî ve ruhî maraz baş gösterir. Yoksa akıl, ilmin sebeplerinden birisidir.”14)
  • “… iman ve vahyin vâridâtına kapalı felsefenin, kalb ve vicdana sahip insanı ve hele insanın bu iki buudunu tatmin etmesi de düşünülemezdi; zira insanı bu derinlikleriyle tatmin edip ona mânâ ve mahiyet kazandıran sadece din olmuştur; din olmuştur ama, insanoğlu tarih boyu, bu her iki sisteme de müracaat edegelmiştir. Zaten mücadele de bundan kaynaklanmaktadır. Birinden iman ve güzel ahlâk doğarken, diğerinden hep küfür ve mesâvî (kötülükler) ortaya çıkmıştır.”15)
  • “İlâhî vâridâta dayanmayan felsefe, düşüncenin falsosudur.”16)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, “Felsefe ve Felsefî Nazariyeler
2)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 139–140.
3)
A.g.e. s. 146–147.
4)
A.g.e. s. 586–587.
5)
A.g.e. s. 693.
6)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 234.
7)
A.g.e. s. 368.
8)
A.g.e. s. 393.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 61.
10)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 237.
11)
Tümdengelim.
12)
Tümevarım.
13)
M. Fethullah Gülen, Sohbet-i Cânan (Kırık Testi-2), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 171.
14)
M. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), İstanbul: Nil Yayınları, 2007, s. 114–115.
15)
M. Fethullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız: İktisadî Mülâhazalar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 56.
16)
M. Fethullah Gülen, Ölçü veya Yoldaki Işıklar, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 86.
felsefe.txt · Son değiştirilme: 2024/08/08 11:37 Değiştiren: Editör