ene
İçindekiler
Ene
- “Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle ‘ben’ mânâsına gelen ‘ene’den türetilmiş bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşya ve hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren ‘ene’; aynı zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî ), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede ‘ene’ –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve ‘Kenz-i Mahfî’nin lisan-ı fasîhi olur.”1)
- “Ene, insanın benliği demektir. Ona, terbiye ve tezkiye ile nefs-i emmâreden levvameye, oradan mülheme, mutmainne, râdıyye, merdıyye ve sâfiyeye kadar terakkiye açık olan hayvanî nefis de diyebiliriz. Üstad Bediüzzaman, bu meseleye Otuzuncu Söz’de tasavvufçuların yaklaşımına benzeyen bir anlayışla açıklık getirmiş ve bir yönüyle sofilerin düşüncelerini çağa göre daha derli-toplu hâle getirmiştir.”2)
- “İnsanın benliğinde Cenâb-ı Hakk’ın sem u basarı vardır. Hatta ‘hüve’ sırrı insanda ‘ene’ şeklinde tecelli etmiştir. İnsan, ‘ene’ çeperini tasavvuftaki ‘fenâ fillâh’ ve ‘bekâ billâh’la yırtıp atarak, Allah’ta bâki olma hususiyetine erebilir. Böylece insan, ‘ben’ keşfiyle benlik sırlarını kavramış olur. Hedeflediği noktaya geldikten sonra da, elindeki kristal kâseyi yere çalarak, ‘Seninle ben maksûd damına ulaştım, artık bana lâzım değilsin.’ der ve iliklerine kadar mârifetle dolu olduğu şuuruyla ilâhî varidleri zevk eder durur. Rabbim böyle bir ufka ulaşmayı hepimize nasip etsin. Amin.”3)
- “… sana, sende, senin nefsine olan şedid muhabbetin, O’nun Zât’ına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki; sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ‘ene’yi yırt, ‘hüve’yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, O’nun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir. Sen sû-i istimâl etmişsin, cezasını da çekiyorsun. Çünkü yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayrimeşrûanın cezası, merhametsiz bir musibettir.”4)
- “‘ene’, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurânî bir şecere-i tûbâ ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir.”5)
- “… âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki; Hallâk-ı kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder.”6)
- “… ene, mahiyetinin bilinmesiyle o garib muamma, o acib tılsım olan ene, açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar.”7)
- “Bütün sıfât ve şuûnât-ı ilâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrârlı ahvâl ve sıfât ve hissiyât, ‘ene’de münderiçtir. Demek ene, ayna-misâl ve vâhid-i kıyâsî ve âlet-i inkişâf ve mânâ-yı harfî gibi; mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücûd-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hüllesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir eliftir ki, o elif’in iki yüzü var. Biri, hayra ve vücûda bakar. O yüz ile yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder, kendi îcad edemez. O yüzde fâil değil, îcaddan eli kısadır. Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir.”8)
- “Her mümin gibi benim hüviyet-i şahsiyemi ve mâhiyet-i insâniyemi anlamak isteyenler ve benim gibi olmak arzu edenler حَسْبُنَا’daki نَا cemiyetinde bulunan ‘ene’nin, yani nefsimin tefsirine baksınlar. Ehemmiyetsiz, hakir ve fakir görünen vücudum –her müminin vücudu gibi– ne imiş, hayat ne imiş, insâniyet ne imiş, İslâmiyet ne imiş, îmân-ı tahkikî ne imiş, mârifetullah ne imiş, muhabbet nasıl olacakmış? Anlasınlar, dersini alsınlar!”9)
- “Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enâniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki; şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye eneyi terk etmekle hakka hizmet edebilir. Enenin istimâlinde haklı dahi olsa; mademki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefis-perest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.
- Bununla beraber etrafına toplandığımız hizmet-i Kur’âniye, eneyi kabul etmiyor. ‘Nahnü‘ istiyor. ‘Ben demeyiniz, biz deyiniz‘ diyor. Elbette kanaatiniz gelmiş ki; bu fakir kardeşiniz, ene ile meydana çıkmamış. Sizi enesine hâdim yapmıyor. Belki, enesiz bir hâdim-i Kur’ânî olarak kendini size göstermiş.. ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı meslek ittihaz etmiş.”10)
- “‘Ene’ ile tabir edilen benlik, yani kendisine bir vücud, bir kıymet vermektir ki; bu ene, Cenâb-ı Hakk’ın sıfâtını, şuûnâtını bilmek için bir santral ve bir vâhid-i kıyasîdir.”11)
- “… ey bu küçük hüceyrelerden mürekkep ve ‘ene’ ile tabir edilen hüceyre-i kübrâ! O kulübeciğin küçüklüğüyle beraber, dolu olduğu harika îcadlarını gör, imana gel! Ve: ‘Yâ İlahî! Yâ Rabbî! Yâ Hâlıkî! Yâ Musavvirî! Yâ Mâlikî ve Yâ men lehü’l-mülkü ve’l-hamd! Senin mülkün ve emanetin ve vedîan olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.’ de; o bâtıl temellük dâvâsından vazgeç! Çünkü o temellük dâvâsı, insanı pek elîm elemlere maruz bırakır.”12)
- “Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ‘ene’dir, diğeri ‘tabiat’tır. Birinci tâğutu gayr-i kasdî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasden veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar. İkinci tâğut ise, onu ilâhî bir sanat, rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyyunlarca bir ilâh olur. Maahâzâ o tabiat zannedilen şey, ilâhî bir sanattır. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
- Evet Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubab Risalelerimde isbat ve izah edildiği gibi mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i ilâhiye ve sanat-ı şuuriye-i rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza firavunluğa delâlet eden ‘ene’den Sâni-i Zülcelâl’e râci olan ‘hüve’ tebarüz etti.”13)
- “İnsanın hilkatinden maksat, mahfî hazine-i ilâhiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir burhan, bir delil, bir mâkes-i nuranî olmakla cemâl-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir ayna olmaktır. Hakikaten semâvât, arz ve cibâlin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünkü o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı ilâhiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir. İnsanın hilkatinden maksat bu gibi şeyler olduğu hâlde, kısm-ı ekserîsi perde olurlar, sed olurlar. Vazifesi fetih ve açmak iken kapatıyor, bağlıyor. Ziya ve ışığı neşir iken söndürüyor. Allah’ı tevhid etmek yerine şirk yapıyor. Ve keza nur-u imanla Allah’a bakıp mülkü O’na teslim etmekle –itikaden– mükellef iken, ‘ene’ rasadıyla halka bakarak Allah’ın mülkünü onlara taksim ediyor. Hakikaten اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَظَلُومٌ”14)
- “Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ‘ene’ namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor. Evet Cenâb-ı Hak insana bir benlik, bir nevi hürriyet vermiştir ki Cenâb-ı Hakk’ın rubûbiyetine ait evsafı bilmek için mevhum, farazî bir vâhid-i kıyasî yapsın.
- Diğer vechi ise şerre bakar. Bu vecihle kendisini fâil bilir.
- “Ene, haddizâtında bir hava, bir buhar gibi iken, verilen ehemmiyete göre mâyi hâline gelir. Sonra ülfetle kalınlaşır. Sonra gaflet ve isyan ile öyle kalınlaşır ki sahibini yutar. Halkı, esbabı da kendisine kıyas ederek Hâlık’ın evâmirine mübarezeye başlar. Küçük âlemde yani insanda ene, büyük insanda yani kâinatta tabiata benziyor. İkisi de tâğutlardandır.”16)
Ayrıca Bakınız
Dipnotlar
1)
M. Fethullah Gülen, Sükûtun Çığlıkları (Çağ ve Nesil-9), İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 98.
2)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 50.
3)
A.g.e. s. 63.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 384.
5)
A.g.e. s. 583.
8)
A.g.e. s. 585.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 312.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 479.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 45.
12)
A.g.e. s. 60.
13)
A.g.e. s. 107.
14)
A.g.e. s. 171.
15)
A.g.e. s. 184.
16)
A.g.e. s. 185.
ene.txt · Son değiştirilme: 2024/07/31 16:39 Değiştiren: Editör