Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


mukasefe

Mükâşefe

  • Vecd, genelde iki şekilde tezahür eder:
  • 1) İlâhî bir kısım vâridat ve tecellîyât-ı Sübhâniye’nin, insan kalbinde, onun kast ve iradesi taalluk etmeksizin tekellüfsüz hâsıl olmasıdır ki; biz buna, yerinde ‘mükâşefe’ de deriz ki; ve böyle bir doğuş veya mükâşefeyi bir kısım esbap ve emare ile irtibatlandırmak söz konusu değildir.
  • 2) İnsanın bütün benliğini saran ve onda ağlama, haykırma, ürperme hisleri hâsıl eden bir zevk ü şevk veya dehşet ü hayret tecellîsidir ki, halka-i zikir ve hatme yapılan mahallerde, hakikat ilminin müzakere edildiği meclislerde çok görülür.”1)
  • “Keşf kelimesinden gelen mükâşefe; hakikat ehline, ilâhî sırların zuhûr etmesi demektir ki; sâlikin, mânevî mücâhede yoluyla yükselip esmâ ve sıfât hakikatlerini duyması, sezmesi ve bilmesi ruh hâlinden ibarettir. Öyle ki, bu mertebeye ulaşan hak yolcusu, bir yandan ilâhî isim ve sıfâtlarla alâkalı seyahatini -istidadı ölçüsünde- tamamlamış sayılır; diğer yandan da, ‘arş-ı rahmet’in izdüşümü olan lâtife-i rabbâniyeye ilâhî sırlar akmaya başlamış olur. Bu mazhariyete erenlere yer yer melekût âleminin perdeleri aralanır ve eşyanın perde-önü, perde-arkası ayân olur ki, sofîye buna; hicâbın mâverasındaki umûr-u gaybiyeye ıttıla mânâsına mükâşefe der. Bu da, -erbabınca bilindiği üzere- mükâşefenin taalluk ettiği hususlar itibarıyla, mücerret hakikatler ve gözle görülmeyen mânâlar olmasına karşılık; müşahedenin taalluk ettiği hususların zevât olduğu gerçeğine muvafık düşmektedir.
  • Mükâşefeye; sırdaş dostlar arasında, birbirlerine karşı açılabildiklerince açılmaları şeklinde bir yaklaşım da söz konusudur ki -Hakk'ın, şe'n-i rububiyetine layık düşmeyen şeylerden münezzehiyeti mahfuz- Hz. Ahmed-i Mahmûd'un bütün bütün nâsutiyeti aşıp makam-ı vâlây-ı: فَأَوْحى إِلى عَبْدِهِ مَا أَوْحى ‘Allah ona esrâr-ı kelâmını açtı ha açtı.’ (Necm, 53/10) payesine ulaşması buna en üst seviyede bir misal teşkil eder.
  • Mükâşefeye, dostun dosta sır armağan etmesi makamı diyenler de olmuştur ki, Hak'la sevdikleri arasında sürekli böyle bir sır teâtîsi her zaman söz konusu olagelmiştir. Yani kul, kalbin esrârını, yine kalbin lisanıyla Rabbine fısıldar; Hazreti Allâmü'l-Guyûb da onun kalbinin yamaçlarına maarif lâl ü güherleri yağdırır, kul, mârifet ufkuna yükselerek Rabbini, güzel isimleri ve pak sıfatlarıyla tanıyıp onların envarına müstağrak olduğu ölçüde, Hz. ‘Gayb-ı Mutlak’ da perde aralayarak onun gönül gözlerine nûr hakikatini ifaza buyurup onu ihsan şuurunun zirvelerine ulaştırır.. ve bu noktaya ulaşacağı âna kadar da her sâlikin lâhut ile münasebeti ‘min verâi hicâb’ (perde arkası)dır. O, bu ufka ulaşması yolundaki seyahatinde, gördüğü şeyleri büyük ölçüde sisli-dumanlı bir cam arkasından temâşâ ediyor gibi görür; görür ve hiçbir zaman, sıfât ve şuûnun tecellîlerine, açık-seçik muttali olamaz. Muttali olduğunu zannettiği şeyler ise sırf bir vehm ü hayâldir.”2)
  • “… perdelere takılmadan, yolda bulunmanın hakkını verenler için ilk mükâşefe, Hazreti Meşhûd-u Ezelî'nin, sâlikin kalbinde hâsıl ettiği bir mârifet tecellîsidir ki, onu elde eden ârif, sabit kadem olabilirse, yollar ona, şuhûda kadar açılabilir. Ne var ki, böyle bir tecellî süreklilik arzetmeyebilir; yer yer kesilir ve yollar bir bölümü itibarıyla kararır, yürüme esnasında sık sık duraklamalar yaşanır. Ne var ki bütün bunlara rağmen hak yolcusunun kalbindeki yükselme arzusu hiçbir zaman dinmez; zaman zaman başı dönüp sarsılsa da, o, her zaman yürüyüp menzile ulaşma arzusuyla çırpınır-durur. Böyle dağdağalı bir yolculukta ye’se düşmeden yolda olmanın hukukuna riayet etmek bir babayiğitliktir ve bu babayiğitliği devam ettirebilenler her zaman kesintisiz inkişaflara, aralıksız mükâşefelere ve derken ilmîlikten aynîliğe yürürler ki, bunun hemen iki kadem ötesinde temkin ve teyakkuz destekli ‘mükâşefe-i aynhakikatini duyup hissetmeye başlarlar. Bu kudsî yolculuğu daha da sürdürebildikleri takdirde, seyahatleri gider müşahede ile noktalanır (burada müşahedenin ayrı bir Zümrütten Tepe konusu olduğunu hatırlatıp geçelim).
  • Mükâşefe-i ayn, ilâhî nûrların, sâlikin kalb ufkunu aşarak, onun umum letâifini ihata etmek suretiyle bütünüyle duygularda hissedilip yaşanması mertebesidir.. tabir-i diğerle o, medlûlu deliller üstü duymanın, zevketmenin unvanıdır. Seyr-i ruhanîsinin mebdei olması itibarıyla, bu mertebenin en büyük kahramanı olan Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (sav), başta Miraç olmak üzere, hayat-ı seniyyelerinin zirvelerinde, -O'nun hayatı hep zirvelerde geçmiştir- sürekli mükâşefeden müşahedeye yürüyerek, her zaman esrâr-ı imanı duyup zevketmiş; Cennet, Cehennem, melekler, hatta kader kalemlerinin cızırtılarına kadar ötelerle alâkalı en sırlı şeylere muttali olmuş, sonra da dönüp asliyet plânındaki bu müşahedelerini, cüz’iyet ve zılliyet zeminindeki bendelerine armağan ederek geçip gittiği kapıları aralık bırakmış; dahası, yürüdüğü yolları, kalblerdeki mârifet nûrlarına göz kırpan reflektörler gibi ışığa açık işaretçilerle teminat altına almış ve gezip temâşâ ettiği makamlarda; مَا زَاغ الْبَصَرُ وَمَا طَغى (Necm, 53/17) fehvasınca gözü kaymadan, bakışı bulanmadan ve başı dönmeden dolaşmış, sonra da bu kevn ü fesadın dahasına tahammülü olmadığı bir noktada, yolu da yolculuğu da arkasındakilere emanet ederek اَللَّهُمَّ الرَّفِيقَ اْلأَعْلَى deyip Rabbine yürümüştür. Arkadan gelen vefalı dostları da, bu mükâşefe yolunda, sebepleri ve neticeleriyle miras aldıkları bu ruhânî seyahat ve temâşâyı sürdürmüş; his, müşahede ve duygularında, yerinde keskin ve isabetli içtihadlarıyla, yerinde: يَا سَارِيَةُ الْجَبَلَ الْجَبَلَ gibi boşalma ifade eden sözleriyle, yerinde: ‘Perde-i gayb açılsa yakînim ziyâdeleşmez.’ türünden sır vermeleriyle ve yerinde de: ‘Ümitvâr olunuz şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm'ın sadâsı olacaktır.’ gibi bişaretleriyle seslendirmiş ve mükâşefenin değişik televvünlerinden ne resimler ve ne mânâlar sunmuşlardır!”3)
  • Vasl; ulaştırma, birleştirme, kavuşturma mânâlarına gelip, sâlikin, ilm-i şuhûd ile Hakk’a vuslatı şeklinde yorumlanmıştır ki; bazılarının zannettiği gibi o, kat'iyen kulun Hak’la, Hakk’ın da kul ile ittisâli demek değildir. Zira, Hazreti Kadîm, hâdisle (sonradan var edilen) kâim olamayacağı gibi, hâdis de kadîme mahal olamaz. İşte, bu kabîl anlayışlar bir kısım suitevillere sebebiyet vereceğinden ötürü bazı muhakkikler, ‘Zât-ı Hak vuslat ve infisali kabul etmez’ diyerek, وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَمَا كُنْتُمْ ‘Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.’ (Hadîd, 57/4) medlûlünce, Hz. Zât’ın, her an iki cihanda mukaddes ve münezzeh bir çeşit vaslının söz konusu olduğunu ısrarla vurgulamışlardır; vurgulamış ve sâlik vicdanındaki vaslı, mükâşefe erlerinin basiretlerinden zulmânî perdeler kaldırılarak, gönül gözlerinin maiyyet sır ve nûrlarına vâkıf ve âşina olması şeklinde anlamışlardır. Böyle bir maiyyet ve kurb anlayışının ise, en yumuşak panteistlerin bile ittisal ve infisal telâkkîleriyle te’lif edilemeyeceği açıktır. Çünkü, bu anlayışa göre sâlik, sürekli keynûnetler (oluşumlar) ağında ve Hz. Kudret ve İrade’nin sevkiyle de hep insiyaklar süreci içinde bir muhtar u mecburdur. Böyle birine, konumu açısından dense dense kâbil, münfail, ayna denir ama; kat'iyen fâil, masdar ve asıl denemez.”4)
  • “Bir nesnenin hakikatine erme yolunda böyle bir duyuş eğer mârifet türü şeylerden ise, o ilim ötesi, mârifet edalı bir vicdan kültürü; eğer bir iç müşâhede ise o da, bir ‘muayene’; eğer hak yolcusu, araştırma, terkip ve tahlil adına bir ‘hel min mezîd’ eri ise o da bir mükâşefe ve müşâhede; şayet bu kimse bir ‘cem kahramanı’ ise o da bir ‘fenâ fillah’ ve ‘bekâ billah’ hâlidir ve böyle bir hâl ehli sürekli mâsivâullahtan istiğnâ dairesi içinde döner durur.”5)

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 245–246.
2)
A.g.e. s. 306.
3)
A.g.e. s. 307–308.
4)
A.g.e. s. 327.
5)
A.g.e. s. 359.
mukasefe.txt · Son değiştirilme: 2024/03/13 18:01 Değiştiren: Editör