Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


seyr-u-suluk

Seyr u Sülûk

  • “Gezme, gezinme, temâşâ etme mânâlarına gelen ‘seyr’ kelimesiyle; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki ‘sülûk’ sözcüğünden mürekkep olan ‘seyr u sülûk’ ifadesi, belli bir usûl dairesinde hayvanî ve cismanî arzulardan uzaklaşıp kalb ve ruhun hayat çizgisinde gönül ayağıyla Allah’a yürümenin, O’na vâsıl olma yollarını araştırmanın ve böyle bir vuslata erebilmek için ‘mesâvi-i ahlâk’ da diyebileceğimiz fena huylardan uzaklaşmanın ve Kur’ânî ahlâkla ittisaf etmenin unvanı olagelmiştir.
  • Ayrıca, ‘seyr u sülûk’la doğrudan doğruya alâkalı olmasa da, ilâhî tecellîler açısından ihtiva ettiği mânâlar itibarıyla, bu ruhânî yolculuğun değişik buudları sayılan şu hususu hatırlatmakta da yarar görüyoruz:
  • İlâhî tecellîler ve sâlikin bu tecellîlere mazhariyeti açısından ‘seyr’ iki şekilde mütâlaa edilegelmiştir; seyr-i nüzûlî ve seyr-i urûcî.
  • Seyr u nüzûlî: Mukayyet ve mümkün olan varlığın zuhûr etmesi için, mutlak ve vacib olan vücûdun tecellî ve feyiz ifazası mânâsına bir seyirdir ki, küllî dairede Vâhidiyet-i Hakk’ın, cüz’î dairede de Hazreti Ehadiyet'in ‘bî kem u keyf’ kesret ufkuna nüzûlünden ibarettir. Buna, Vacib’in imkan mertebelerine, Mutlak'ın mukayyet dairelerine doğru bir inbisât-ı tecellî ile inkişaf ve zuhûru da diyebiliriz. Bu seyir, taayyün-i evvelden, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي ‘Allah’ın ilk yarattığı Benim nûrumdur.’ mertebesine, ondan da topyekün kâinat ve insan mertebelerine kadar temâdî eden bir tecellîdir.
  • Seyr u urûcî ise; varlık ağacının en câmi meyvesi olan insanın, upuzun bir seyr u sülûk-i ruhaniyle yeniden irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye uğrunda mebdeine ve merciine yönelerek, Hazreti Vacibü'l-Vücûd'un ziyâ-yı vücûdunda beden ve cismanî arzuları itibarıyla tamamen muzmahil olmasıdır.”1)
  • “Sülûk; vuslata istidat kazanmak, vuslat temâdisinin önemli bir vesilesi sayılan sürekli yolculuk mülâhazasıyla yaşamak, fena huylara karşı her zaman ciddî bir tavır içinde bulunmak, yaşaya yaşaya ahlâk-ı haseneyi tabiatının bir derinliği hâline getirmek, Hakk’ın kenzen bilindiği kalb evini, O’nun teveccühlerini konuk etmek için ağyar duygu ve endişelerinden temizlemek ve iç âleminde her an, azizlerden aziz bir misafiri ağırlamaya hazır bulunmak demektir.”2)
  • “… ‘sülûk’ tabiri, böyle tek başına kullanıldığı gibi, ‘seyr u sülûk’ şeklinde de kullanılagelmiştir. Bazen buna bir de ‘ruhânî’ kelimesi ilave edilerek ‘seyr u sülûk-i ruhânî’ denmiştir ki, bunların hemen hepsiyle anlatılmak istenen şey, Hakk’a vasıl olmak için, O’ndan gayrı her şeyden -tabiî bu şeylerden kendi nefislerine ve bizim heveslerimize bakan yönleri itibarıyla- yüz çevirerek sadece ve sadece O’na yönelmek; O’na tahsis-i nazar etmek; yolunu sarpa uğratmayacak Kur’ân ve Sünnet mümessili zahidlerin vesâyetinde bulunmak; vesvese, şüphe, tereddüt ve hayret hâllerinde onların irşadlarına başvurmak; acz, fakr ve ihtiyaçlarının şuurunda olarak her hâlinde O’na muhtaç olduğunun idrakiyle yaşamak; gönlünü, aşk u şevkle; hissini, ilâhî tecellîlerin müşahedesiyle; irade ve bütün lâtifelerini istiğfarla -yani şer meyelanlarının köklerini kurutmak ve dua ile hayır temayüllerinin sürgünlerini güçlendirmekle- şahlandırmak, beslemek ve takviye etmek… gibi hususlardır.
  • İhlâs ve ihsan şer’î mânâlarıyla, seyr u sülûkün en önemli ayağı ve kuvvet kaynağıdırlar. Sâlikin gönlü, ihlâs hissi ve ihsan şuuruyla atarken, bazen sadece ‘Lâ ilâhe illallah’ der, Esmâ-i Hüsnâ'dan birini veya birkaçını isbat makamında birden mülâhazaya alır ve ‘Lâ Hâlika, lâ Râzıka, lâ Musavvira… illallah’ isbatıyla soluklar; bazen de tafsile açılarak her ismi ayrı bir mihrâb-ı teveccüh kabul etmek suretiyle, Hazreti Vâhibu'l-Hayat’ın güzel isimleri adedince kalbinden menfezler açar ve ihsan şuurunun araladığı kapı arkasını temâşâya yönelir.”3)
  • Seyr u sülûk, sâlikin tâlibken kısmen duyduğu, mürîd ufkunda televvünleriyle tanıştığı iman ve islâm hakikatlerini, mahiyet-i nefsü’l-emriyelerine uygun bir kere de keşfen ve zevken tadıp duymanın, idrak edip anlamanın kalb ufku itibarıyla ayrı bir yoludur. Sözü edilip de, çok defa ne olduğu bilinmeyen huzur dediğimiz iksir de kâse kâse işte bu yolda içilir.”4)
  • “Sohbet-i nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr u sülûke mukabil, hakikatin envârına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in’ikâs vardır. Mâlûmdur ki: İn’ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u Âzam-ı Nübüvvet’le beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasıl ki bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar.”5)
  • Sahabelerin kurbiyet-i ilâhiye noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. Çünkü; Cenâb-ı Hak, bize akrebdir ve her şeyden daha ziyade yakındır. Biz ise, O’ndan nihayetsiz uzağız. O’nun kurbiyetini kazanmak iki suretle olur.
  • Birisi: Akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki kurbiyet ona bakar ve nübüvvet verâseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar.
  • İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat’-ı merâtib edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser seyr u sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve seyr-i âfâkî bu suretle cereyan ediyor. İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil. İncizaptır, cezb-i Rahmânî’dir ve mahbubiyettir. Yol kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. Acaib hârikaları çok ise de kıymetçe, kurbiyetçe evvelkisine yetişemez.”6)
  • Sahabelerin velâyeti, velâyet-i kübrâ denilen, veraset-i nübüvvetten gelen, berzah tarîkına uğramayarak, doğrudan doğruya zâhirden hakikate geçip, akrebiyet-i ilâhiyenin inkişafına bakan bir velâyettir ki, o velâyet yolu, gayet kısa olduğu hâlde gayet yüksektir. Harikaları az, fakat meziyyâtı çoktur. Keşif ve keramet orada az görünür. Hem evliyanın kerametleri ise, ekserisi ihtiyârî değil. Ummadığı yerden, ikram-ı ilâhî olarak bir harika ondan zuhur eder. Bu keşif ve kerametlerin ekserisi de seyr u sülûk zamanında, tarîkat berzahından geçtikleri vakit, âdi beşeriyetten bir derece tecerrüd ettiklerinden, hilâf-ı âdet hâlâta mazhar olurlar.”7)
  • “… seyr u sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i ilâhî ve tefekkürdür.”8)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 421–422.
2)
A.g.e. s. 424–425.
3)
A.g.e. s. 425.
4)
A.g.e. s. 698.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 532.
6)
A.g.e. s. 535.
7)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 51.
8)
A.g.e. s. 500.
seyr-u-suluk.txt · Son değiştirilme: 2024/05/31 18:12 Değiştiren: Editör