sir
İçindekiler
Sır (Latîfe)
- “Sır, hafî ve ahfâ, inanan bir gönlün Hakk’ı tanıyıp bilebilmesi adına değişik çap ve görme ufkuna sahip dürbün veya teleskoplar gibidir. ‘Sır’ teleskobunu hakkıyla kullanan gönül, Allah’a sır ufkunda inanır, O’nu o yeterlilikte bilir ve sever. Sır teleskobunu en güzel bir şekilde kullanan bir yüreğe, bu defa çapı ve görme ufku çok daha büyük olan ‘hafî’ teleskobu verilir. O gönül artık bu teleskopla Rabbine bakar, O’nu tanır, bilir ve sever. Onu da hakkını vererek kullanan nadir sayıdaki gönül ise bu defa ‘kalbin en önemli buudu’ olan ve artık çapı ve görme ufku itibarıyla daha büyüğü olmayan ‘ahfâ’ teleskobuyla Allah Teâlâ’yı müşahede etmekle şereflendirilir. Gelinen bu seviye bir gönlün ulaşabileceği en yüksek seviyedir.”2)
- “Gizli şey demek mânâsına gelen sır; sofiye ıstılahında: Kalbde ilâhî vedîa olan bir latîfe-i rabbâniyedir. Bedende ruhun emanet ve vedîa olması mânâsında bir latîfe. İrade, zihin, his ‘latîfe-i rabbâniye’ dediğimiz vicdan mekanizmasının dört temel esası ve ruhun hâssası olduğu gibi, ‘sır’ da kalbin böyle bir hâssası ve orta ölçekte bir buudu sayılır.”3)
- “Ruhun iç yüzü diyebileceğimiz bâtınına ‘sır’ denir. Sırrın bâtını ise ‘sırru’s-sır’ kabul edilir. Sırru’s-sırrın en önemli bir buudu ‘hafî’, en engin bir derinliği de ‘ahfâ’dır. Bâtından maksat, bir nesnenin özü, esası ve mayası demektir. Bu latîfelerden sadece biri âlem-i halktan, diğerleri âlem-i emirdendir.. ve âlem-i emirden olan latîfelerin en derini, en zor erişileni ahfâdır. Ahfâ, diğer latîfeler itibarıyla merkezi tutuyor gibi bir hususiyet arz etmektedir. Hafî, âlem-i emre ait hususiyetleriyle tıpkı bir mahfaza gibi onu kuşatır; sırru’s-sır, bir sur gibi bunların hepsini ihata eder ve ruh bir atmosfer gibi bütün latîfeleri kucaklar ve kalbe bağlar. Bu latîfelerin inkişaf ettirilmesi, kalbî ve ruhî hayatın, hayata hayat olmasına bağlıdır. Bu itibarla da, henüz cismaniyetten kurtulamamış, letâif-i insaniye ufkuna ulaşamamış bahtsızların, belli seviyedeki ruhlara akıp gelen bu mevhibeleri duymaları mümkün değildir. Bunları duyabilmenin asgarî şartları, evvelâ istidat, sonra o istidadı inkişaf ettirme adına sa’y u gayret ve daha sonra da usûlüne göre çile çekmek ve erbaînlerle beden hâkimiyetinden kurtulabilmektir.”4)
- “Gizli şey demek olan sır –daha önce geçmişti– sofiyece, kalbe bağlı vedîa-i rabbâniye bir latîfedir; bedende ruh ne ise kalbde de sır odur. Gizli-kapaklı ve saklı mânâlarına gelen ‘hafî’ sırra göre daha ötelere nâzır kalbin engin bir buudu ve hakikatleri temâşâya ayrı bir rasathane; en gizli ve daha da kapalı, hatta düşünülemeyen, ihata edilemeyen anlamındaki ‘ahfâ’ ise öteler ötesine açık bir mevhibeler penceresidir.
- “Sır erbabı, kendi ufuklarına akıp gelen varidatı, hafî seçkinleri kendi kemalât arşiyelerine sunulan mevhibeleri, ahfâ kahramanları da kendi atmosferlerine boşalan ilham sağanaklarını alır, değerlendirir, açılmasına mezun bulunduklarını ehil olanlara açar, diğerlerini ise bir namus hassasiyetiyle korur ve ehil olmayanlara sır vermezler.”6)
- “İnsanın fizyonomik yapısını meydana getiren her uzuv, tek başına bir harika ve uzman araştırmacıları hayret ve dehşete düşürecek çapta bir sanat âbidesidir. Ama insan sadece fizyonomik yapıdan ibaret değildir. Onun bir ruhî yapısı; sır, hafî, ahfa gibi latîfeleri vardır ki, o, bu yönüyle ve fizyonomik yapısıyla, kıyas kabul etmeyecek ölçüde harikadır. Bu hususiyet sadece insanda vardır. Zira o, bünyesinde hem buraya hem de öteye ait mekanizmaları taşıyan tek berzahî varlıktır ve Allah’a halife olabilme mevkiinde yaratılmıştır.”7)
- “Bir de manevî anatomiyi düşünün. Mesela, insanın sadece Latife-i Rabbâniye’sini, Sır’rını, Hafâ’sını, Ahfâ’sını düşünün. Vicdanı, vicdan mekanizmasını düşünün. Bir de bunları tahlil edin; erbabı, onları da tahlil edebilir. Bu maddî-manevî yapısıyla öyle baş döndürücü bir mahiyete hâizdir ki insan, hakikaten mahiyet-i insâniyeye âşık olmamak mümkün değil. Şimdi Süleyman Çelebi’nin biraz evvel geçen sözünü anlıyor musunuz?! Allah (celle celâluhu) âdeta diyor ki: ‘Bak, insan, âşık olunacak bir varlıktır!’ Âşık olunacak bir varlıktır! Zât-ı Ulûhiyet diyor: لَقَدْ خَلَقْنَا الإِنْسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ Ama gel gör ki: ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ ‘Sonra da onu en aşağı derekeye düşürdük.’ (Tîn, 95/5).”8)
- “‘Kalb ve ruh insanları ile içli-dışlı bulunmaya çalışınız!’ Kalb ve ruh insanları… Çok defa âcizâne arz etmeye çalıştım: Sonradan değişik müesseseler oluştu; fakat Devr-i Risâletpenâhi’de, İnsanlığın İftihar Tablosu döneminde her şey bir bütünlük içinde ele alınıyor, ifade ediliyordu. Mesela, bir insan ele alındığı zaman, o, bir maddî anatomisi ile ele alınıyordu, bir de manevî anatomisinin varlığı vurgulanıyordu. Maddî anatomisi; eli-ayağı, gözü-kulağı, dili-dudağı, içi-dışı, kalbi, em’âsı (bağırsakları), batnı, beyni, nöronları, Hipofiz bezi, Talamus bezi filan… Maddî anatomisini düşündüğünüz, bunu teşrih masasına yatırdığınız zaman karşınıza çıkacak şeyler, bunlar ve bunlara benzer şeylerdir. Bir de insanın, kalb, ruh, sır, letâif gibi şeyleri vardır; his gibi, ihtisas gibi şeyleri vardır. Bunlar da insanın manevî anatomisini teşkil eder. Bu yönüyle ‘kalb ve ruh insanları ile’ diyor esasen.9)
- “Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sâir cihâzât, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerif’te müminler, derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürûrlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vâsıtasıyla çok terakkiyât ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.”10)
- Ben kendimce görüyorum ki insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letâif var; onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükemâ ve ulemâ-yı zâhirî dahi, o letâif-i aşerenin pencereleri veyahut numuneleri olan havâss-ı hamse-i zâhirî, havâss-ı hamse-i bâtına diye, o letâif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.
- Hatta avâm ve havas beyninde teâruf etmiş olan insanın letâif-i aşeresi, ehl-i tarikin letâif-i aşeresiyle münasebettardır. Mesela vicdan, âsab, his, akıl, hevâ, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letâifi, kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letâif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letâiften başka sâika, şâika ve hiss-i kablelvuku gibi çok letâif var.”11)
Ayrıca Bakınız
Dipnotlar
1)
Bkz. Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 343.
2)
Mehmet Yavuz Şeker, A Map of the Divine Subtle Faculty: The Concept of the Heart in the Works of Ghazali, Said Nursi, and Fethullah Gülen, New Jersey: Tughra Books, 2014, s. 252.
3)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 270.
4)
A.g.e. s. 435.
5)
A.g.e. s. 721–722.
6)
A.g.e. s. 56.
7)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 121.
8)
M. Fethullah Gülen, “Ey İnsan, Kıymetini Bil!”
9)
M. Fethullah Gülen, “Nifak ve Enâniyet Çağında, İhlâs ve İstikâmet Vesileleri”
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 454.
11)
Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 332.
sir.txt · Son değiştirilme: 2024/11/28 16:35 Değiştiren: Editör