Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


mevhibe

Mevhibe

  • Bağış, ihsan.
  • “… ‘hâl’e, bir ilâhî mevhibe ve gönül yamaçlarının ‘üns’ esintileri, ‘makam’a da insan irade ve azminin bu nefehâtı soluklayıp benliğine mâl ederek ikinci bir fıtrata ulaşması diyebiliriz.”1)
  • Allah Resûlü’nden Hz. Ömer’e, ondan Ömer b. Abdülaziz’e, ondan da dünya kadar evliya, asfiyâ, ebrâr, mukarrabîn ve çağın devâsâ gönül erlerine kadar, binler-yüzbinler hep aynı çizgide: ‘Büyüklerde büyüklük alâmeti tevazu ve mahviyet, küçüklerde küçüklük emaresi de kibir ve enaniyettir.’ demiş, ilk mevhibelerini yitirmemiş olanlara insan-ı kâmil olma yolunu göstermiş ve hep tevazuu yeğlemişlerdir.”2)
  • “Bazen, ilâhî bir mevhibe olan makamın hakkını verememe, bir kabz vesilesi olduğu gibi, çok defa günahlar da beraberinde kabz hâlini getirirler. Bu itibarla, kabz hâli, bir mü’min için her zaman bir teyakkuz vesilesi olmalıdır. Gafletlere karşı tavır alınmalı, günahlar, tevbe ve iyiliklerle savılmalı ve gönül gözü bir kere daha verâlara tevcih edilmelidir.”3)
  • Halvette esas olan, ruhun tasfiyesi, nefsin tezkiyesi ve vicdan sisteminin bütünüyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederek O’nun maiyyetine ermesidir. Böyle bir teveccüh ve maiyyete erme neticesinde hak yolcusunun bir kısım vâridlerle desteklenmesi, ilham esintilerine mazhariyeti, hatta ‘bî kem u keyf’ Hak’la söyleşmesi –ki, erbabı ona ‘necvâ’ der– gibi hususlar, tamamen onun cehdine ve samimiyetine lütfedilen birer mevhibe-i ilâhiyedir; gaye değildirler, istenilmeleri de sû-i edebdir. Dahası, amelin onlara bina edilmesi, apaçık hedeften sapma ve kazanma kuşağında kaybetme demektir. Kâmil ruhlar bu kabîl şeylerin talepsiz gelenlerinden bile ürkmüş, istidraç olabileceği endişesiyle sarsılmış ve bu tür mazhariyetleri ahiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yiyip bitirme sayarak: ‘Allahım, Sen o vâridâtı arzu edenlere ver; / Bana sadece dîdârına giden yolları göster.’ demiş ve sürekli O’na tahsis-i nazar etme üzerinde durmuşlardır.”4)
  • İlham, ilm-i ledünnün en önemli kaynağıdır ve hususî mânâsıyla olmasa da, ilm-i ilâhînin tecellîleriyle alâkalı en geniş bir alanı işgal eder. İlham, insanın ihtiyarı dışında, onun gönlüne bir mevhibe olarak tecellî edince ona ‘hâtır’ denir. Ancak, bazen böyle bir hâtır veya ihtara, Hak’tan geldiği kendi karîneleriyle kat’î değilse, şeytanın belli şeyler bulaştırması da söz konusu olabilir. Kendi karineleriyle Hak’tan geldiği muhakkak olan bir ilhama rahatlıkla ilm-i ledün diyebiliriz. Böyle bir esintinin Hazreti ‘İlim’den geldiğinin en önemli emaresi, bu türlü vâridâtın Kitap ve Sünnet’e muvafakatıdır”5)
  • “Bakma, göz atma, mülâhazaya alma, iltifat etme diyeceğimiz ‘nazar’ kelimesiyle; yönelme, yakınlık duyma, iltifatta bulunma, sevme veya sevgi emareleri izhar etme… mânâlarına gelen “teveccüh” sözcüğü bir anlamda aynı şeyleri ifade ediyor gibi olsalar da pek çok farklı yanları bulunduğu açık, birleştikleri noktalar da az değil. Ayrıca bu kelimeler, Zât-ı Ulûhiyet’e nisbet edilince farklı, yaratıklara isnat ettiğimizde ise daha farklıdırlar. Veya biz, böyle bir nisbet ve isnatla onlara bu farklı mânâları yükleriz: Cenâb-ı Hakk’ın nazar ve teveccühü, umumî bir feyiz ve bu celâlî bakış içinde rahmet edalı belli eşya ve eşhâsa hususî bir mevhibe şeklinde tahakkuk eder; yaratıklarınki ise, bir kâbile, bir merâyâ ve mecâlî olabilme mahiyetinde gerçekleşir.”6)
  • “Bağış, ihsan, hak vergisi ve ekstra ilâhî lütuflar mânâsına gelen mevhibe; kalbe gelen, içe doğan ve insanın gönlüne tulû eden vârid -biz bunu daha ziyade çoğul olarak ‘vâridât’ şeklinde kullanırız- tasavvufçulara göre, yoldakilere Cenâb-ı Hakk'ın özel bir teveccühü, bir iltifatı, bir atiyyesi ve bazı ahvâlde hususi bir tenvir ve irşadıdır ki, buna, hak yolcularının her şeyi doğru görüp doğru değerlendirmeleri için zaman zaman onların iç dünyalarında tecellî eden ‘envâr-ı sıfât’ veya ‘envâr-ı esmâ’ demek de mümkündür.
  • Başta peygamberân-ı izâm, sonra bütün evliyâ, asfiyâ hatta bir kısım küçük veliler dahi yerinde bu kabîl vâridâta mazhar olabilirler. Ne var ki, enbiyâ-i izâma vârid olan bu tür vâridâtın, ilham olsun, vahy-i gayr-i metlüv olsun, Allah’tan geldiği kat’îdir; nefis ve şeytanın karışması, karıştırması da asla söz konusu değildir; bu itibarla da, bağlayıcıdır ve hüccettir. Nebilerin dışındakilere gelince onlar, böyle bir teminatı hâiz olmadıklarından ilham, mevhibe ve vâridâtlarının muteber sayılması, Kitap ve Sünnet mizanlarıyla tartılıp test edilmelerine bağlanmıştır. Ayrıca, bu kabîl mevhibe ve vâridlerin ilzam edici ve bağlayıcı bir yanı da yoktur.
  • Lügat itibarıyla mevhibe ve vâridât arasında, yukarıda da işaret edildiği gibi açık bir fark bulunmasına rağmen, sofiye bunları çok defa aynı anlamda kullanmış ve her ikisiyle de, içe doğan ve kalbe gelen ilham esintilerini kastetmişlerdir. Gerçi, bazen bu kelimelerle insan derûnunda beliren sevinç-hüzün, inşirah-inkisar ve kabz u bast hislerinin kastedildiği de olmuştur; ama, çoğunluğun görüşü, onların yukarıdaki yorumlar çerçevesinde, teemmülsüz ve insan iradesine iktiran etmeyen ilâhî esintiler anlamına geldiği istikametindedir. Evet, mevhibe de, vâridât da, göz ve kulakların tavassutu söz konusu olmadan, Hakk'ın mükerrem kullarının kalbine atılan öyle bir ilâhî armağan ve Hak teveccühüdür ki, hiçbir zaman onu akıl, mantık ve muhakeme ile kavramak mümkün değildir.”7)
  • “Öz ve icmal itibarıyla hullet, Hazreti İbrahim’in mâhiyetine emanet edilmiş bir cevherdir. Bu ona, Hak’la münasebeti açısından önceden bahşedilmiş ilk mevhibe ve ruhundaki meknî sadâkate rahmanî bir utûfettir.. ve böyle bir utûfet kendinden sonra gelenlere muktedâ-bih olmanın da âdeta bir remzidir. Ancak, umumî mânâdaki bu engin hullet münasebeti -O’nun varidâtı ve mevâhibi mahfuz- Hazreti Muhibb u Mahbub’da (sallallâhu aleyhi ve sellem) aşk ve muhabbet şeklinde tecellî etmiştir ki, bu da, aşkın bir mârifet ve gönülden bir ülfet ve ünsiyet sahibine hususî bir teveccüh demektir.”8)
  • Esmâ-i hüsnâyı kendi derinlikleriyle duyma ve bilme, kul için bir ilâhî mevhibe, onun ruhunu iğna edecek ledünnî bir haz, zâhir ve bâtın hâsseler için de O’nu görme, O’nu bilme, O’nu duyma ve O’nun tarafından görüldüğünün, bilindiğinin şuurunda olma mârifetidir ki, bu ufku idrak edenler “billâh” der işler, ‘bismillâh’ der başlar, her işini O’na bağlar ve Bediüzzaman ifadesiyle ‘lillâh’, ‘livechillâh’, ‘lieclillâh’ rızası dairesinde harekât ve sekenâtlarıyla ömürlerinin saniyelerini seneler hükmüne getirebilirler. Kul O’nun kulu, esmâ O’nun isimleri, bu isimlerle çağrılan O, yönelinen kapı da O’nun kapısı olduktan sonra niye olmasın ki!”9)
  • “Soru: Halk arasında ‘Asfiyâ’ diye meşhur olanlar var, bunlar kimlerdir ve temsil ettikleri makamlar nasıldır?
  • Cevap: Bunlar bir yönüyle, Hakk’a açık olması bakımından enbiyanın makamını temsil ederler. Asfiyâ, enbiya ile evliya arasında bir makam işgal eder. Bunlar perdesiz, hâilsiz Hakk’a nâzır ve ilâhî tecellîlere âşinâdırlar. Eskiden kalelerde her ayın doğuş noktasını görebilmek için bir menfez tespit edip gedik açarlardı. İşte asfiyâ da, Hakk’a karşı böyle bir rasat kabiliyet ve imkânıyla serfirazdır. Sizin en pes dediğiniz şeylerde bile onlar Hakk’ın tecellîlerini görürler. Bunlarda ilk mevhibe, cebrîdir de, ama sonra inkişafla, iradeleriyle de Hâlık’a açılırlar. Hakk’a açık olunca, mülk âlemini seyrettikleri gibi, melekût âlemini de her zaman temâşâ edebilirler. Bu müşâhede ve seziş firasetten farklı bir şeydir. Zira, firasete bazen tecrübe ile ulaşılabilir.”10)
  • “Nur ismine mazhar ehlullahtan, ‘ebdâl’ dediğimiz bir kısım zatlar, ‘vücud-u mevhibe-i rabbaniye’leriyle, yani ruh buudlu ikinci vücudla bir anda yüzlerce yerde bulunabiliyorlar.”11)
  • Hak ve hakikat inhisar altına alınmaz! İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir! Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakâik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelâtı suretine sokulmaz; belki bir mevhibe-i ilâhiye olan o esrar, hâlis bir niyet ile ve dünyadan ve huzûzât-ı nefsâniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.”12)
  • “Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! ‘Muhammed-i Arabî (aleyhissalâtü vesselâm) akıllı bir adamdı’ deyip geçme. Çünkü şu umûr-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sâdıkayı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) iki şıktan hâli değil: Ya diyeceksin ki; o Zât-ı Kudsî’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir dehâ var ki, mâzi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir.. ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temâşâ eder bir gözü.. ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keşfeder bir dehâsı vardır. Bu hâl ise beşerde olamaz! Eğer olsa, Hâlık-ı âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mucize-i âzamdır.”13)

Ayrıca Bakınız

İlave Okuma

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 69.
2)
A.g.e. s. 127.
3)
A.g.e. s. 252.
4)
A.g.e. s. 491.
5)
A.g.e. s. 497.
6)
A.g.e. s. 659.
7)
A.g.e. s. 674–675.
8)
A.g.e. s. 680–681.
9)
A.g.e. s. 800.
10)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-1, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 218.
11)
M. Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler-4, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 128.
12)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 73.
13)
A.g.e. s.120–121.
mevhibe.txt · Son değiştirilme: 2024/07/08 13:47 Değiştiren: Editör