Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


kulliyet

Külliyet

  • “Acaba, maddeden mücerred ve muallâ.. ve tahdid-i kayıt ve zulmet-i kesâfetten münezzeh ve müberrâ.. ve şu umum envâr ve bütün nûrâniyât, O’nun envâr-ı kudsiye-i esmâsının bir kesif zılâli.. ve umum vücut ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i misâl, nim-şeffaf bir ayna-yı cemâli, ve sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan bir Zât-ı Akdes’in irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhîtle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-i ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi fert uzak kalabilir, hangi şahıs külliyet kesbetmeden O’na yanaşabilir?”1)
  • “Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir.”2)
  • “Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl her şeye her şeyden daha yakın olduğu hâlde; her şey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat’ edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin merâtibinde gitgide binler hicâblardan geçip, tâ bütün mevcudata muhît bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok merâtibi kat’eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.”3)
  • “… îmân, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp, kalbe ve rûha teslim eder. Rûh ve kalbin dâire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler mâziden, pek çok seneler istikbâlden dâire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder. Zaman-ı mâzinin en derin derelerine kuvvet-i îmân ile girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def’ edebildiği gibi; nur-u îmân ile istikbâlin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izâle eder.”4)
  • “Her müminin namazı, onun bir nevi miracı hükmündedir. Ve o huzura lâyık olan kelimeler ise, Mirac-ı Ekber-i Muhammed’de (aleyhissalâtü vesselâm) söylenen sözlerdir. Onları zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edilir. O tahatturla o mübarek kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı manalar tasavvur edilir veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nuru teâli edip genişlenir.”5)
  • “Hazreti Zât’a ait tecellî, külliyet ve asliyet planında bütün varlığın vücud-u ilmîden, haricî vücud ufkuna ulaşmasının ‘ille-i gaiye’si kabul edilen Hz. Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa’ya has tecellî-i ulûhiyet ve rubûbiyet –ki ümmeti de bu tecellîyi cüz’iyet ve zılliyet ölçüsünde paylaşır–bir dağ vasıtasıyla Hz. Musa’ya mahsus sırf tecellî-i rubûbiyet bu tecellî-i âzamın kemmiyetsiz-keyfiyetsiz bir buudunu teşkil etmektedir.”6)
  • “Asliyet ve külliyet planında bu mazhariyetin ferd-i ferîdi olan zatın sohbet ve musâhabesi, umumî fazilette erişilmeyen öyle bir pâyedir ki, hiçbir kimse, hiçbir zaman, hiçbir seyr u sülûk helezonuyla kat’iyen o mertebeye ulaşamaz. Düşünün ki, أَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِي ‘Allah’ın haricî vucûd nokta-i nazarından varlık olarak en önce ortaya koyduğu, benim nurumdur.’7) diyen Hz. Mazhar-ı Nûru’l-Envâr’ın sohbetiyle şereflenmiş o bahtiyar kimseler, hakkın en birinci tâlipleri, Hak yolunun en müştak sâlikleri, Allah rızasınında en kusursuz müridleri oldukları hâlde, bu hususlardan herhangi biriyle değil de, sohbet pâyesiyle öne çıkarılarak, bu güzide topluluğa, ‘musâhabe kahramanları’ mânâsına, ‘Ashab’ denmiştir.”8)
  • İtminan mevhibesinin idrak edilme sınırlarını aşkın müntehâsını ‘nefs-i kâmile’ mertebesi teşkil eder. Dört bir yanda ilâhî tecellîlerin bütün mâsivâyı kendi rengine boyadığı, renklerin, şekillerin, keyfiyetlerin kendi çerçevelerinde silinip gittiği zevkî ve nazarî iç içe istihalelerin yaşandığı ve ‘seyr’in, ‘seyr billah’ ufkunda sürdürüldüğü bu şâhika, vahdette kesretin, kesrette de vahdetin yaşandığı ilâhî sırlara açık öyle bir zirveler zirvesidir ki, asalet ve külliyet planında orada sadece enbiyânın sesi-soluğu duyulur; zılliyet ve cüz’iyet dairesinde de dava-i nübüvvet vârislerinin.” 9)
  • “… insanın zatı, Zât-ı Hakk’a, sıfatları da sıfât-ı sübhaniyeye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik ve sınırlılık ya da zılliyet ve cüz’iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk’ın evsâfındaki hakikîliğe, nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmektedir veya delâlet etmek içindir.”10)
  • Ehadiyette, ulûhiyet ve rahmâniyete bakan –bu bir itibara göre böyledir, bu mülâhazayı vahidiyet için düşünen mutemet insanların sayısı da az değildir– bir ihata edilmezlik, bir nâkâbil-i idrak olma keyfiyeti söz konusudur. Evet insan, her zaman ehadiyetle müfad celâlî tecellîyi kavrayamayabilir; zira onda, ulûhiyet ve rahmâniyet tecellî dalga boyunda bir külliyet, bir umumiyet ve dolayısıyla da göz kamaştıran ve görmeye mâni azamet ve izzetin kuşatıcılığı bahis mevzuudur.”11)
  • Kaza ve kader hâdisesinin ceberût âlemi ile hususî bir münasebeti vardır. Bu münasebet, kadere mevzû şahıslar plânındaki hâdiselerle de dolayısıyla alâkalıdır. Âlem-i ceberût, hemen bütün eşya ve hâdiseler adına saf ve lâtif bir âlemdir. Bu itibarla da onun âlem-i mülk ve melekûta bir fâikiyeti vardır. Bu âlemde bütün varlık ve hâdiseler külliyet plânında bir vetire takip ederler; alttaki melekût ve mülk âlemlerinde ise, cüz’iyat ve teferruat dairesinde bir gelişme ve inkişaf gösterirler.”12)
  • “Her sıfatın, taalluk açısından bir hayli de cüz’iyâtı vardır. Bu cüz’iyât dahi değişik hayat mertebelerindeki varlıkların taayyün mertebeleri sayılırlar. Külliyet bir mânâda asliyet, cüz’iyet de zılliyet demektir. Taayyün mebdei küllî olanlar, bulundukları yörüngede asıl, cüz’î olanlar da onların izdüşümü mesabesindedir ve öncekilerin kademi altında sayılırlar. Zıllî bir mânâda asla ait hususiyetleri aksettirebilir ama o, kat’iyen asıl değildir.”13)
  • “Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifadesiyle vatanı korumak gayesiyle bir gün nöbet tutan biri, günlerce, aylarca ibadet yapmış gibi sevap kazanır; keza bir saat tefekkür eden insan, yıllarca ibadet etmiş gibi olur. Demek ki bu türlü dar bir zaman dilimi içinde veya hayatî önem taşıyan bir mekânda bir insanın yapacağı bazı hususi, cüz’î, zıllî şeyler; cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbediyor, zılliyetten çıkıp asliyete inkılap ediyor ve Cenâb-ı Hakk’ın katında aslı eda edilmiş gibi kabul ediliyor.”15)
  • “Nasıl ki dua külliyet kesbettiğinde kabul ediliyor. Aynen öyle de gıybet de külliyet kesbederek külli bir gıybet olduğunda, hak sahiplerinin tamamından helallik istenmeyince insanın o işin içinden sıyrılması mümkün değildir. Rabbim muhafaza buyursun, onca insanın vebalini alır, gıybet eden o şahsın sırtına yüklerler. Bu da, denilebilir ki, küfre denk bir günahtır.”16)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 208.
2)
A.g.e. s. 564.
3)
A.g.e. s. 619–620.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 283.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 82–83.
6)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 314.
7)
Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 1/265 (Lafız farkıyla).
8)
A.g.e. s. 416–417.
9)
A.g.e. s. 434.
10)
A.g.e. s. 467.
11)
A.g.e. s. 538.
12)
A.g.e. s. 543.
13)
A.g.e. s. 772.
14)
M. Fethullah Gülen, Prizma-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 142.
15)
M. Fethullah Gülen, Kendi İklimimiz (Prizma-5), İstanbul: Nil Yayınları, 2007, s. 127.
16)
M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali (Kırık Testi-11), İstanbul: Nil Yayınları, 2012, s. 183.
kulliyet.txt · Son değiştirilme: 2024/07/29 14:58 Değiştiren: Editör