Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


ehadiyet

Ehadiyet

  • Ehadiyet ise her bir şeyde Hâlık-ı külli şey’in ekser esmâsı tecellî ediyor demektir.”1)
  • “Binbir ism-i ilâhînin, kâinata müteveccih olan o esmâdan her biri, bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eden bir güneş hükmünde ve sırr-ı ehadiyet cihetiyle, her bir ismin cilvesi içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.”2)
  • “(Kur’ân) vâhidiyet içinde ukûlü boğmamak ve kalbler Zât-ı Akdes’i unutmamak için, daima vâhidiyetteki sikke-i ehadiyeti nazara veriyor…”3)
  • “Kudret; melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet, kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri mülk ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri melekûtiyet ciheti ki âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin, hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl, esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir tâ, dest-i kudret, zâhir akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.”4)
  • “… bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-yı ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-yı tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuûnâtıyla birden görmeyen ve nihâyetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihâyetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahip olamaz ve müdahale edemez.”5)
  • “Acaba; maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesâfetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ, hem şu umum envâr ve şu bütün nuraniyat O’nun Envâr-ı Kudsiye-i Esmâiye’sinin kesîf bir gölgesi ve zılâli, hem umum vücûd ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i berzah ve âlem-i misâl nîm-şeffaf birer ayna-yı cemâli, hem sıfâtı muhîta ve şuûnatı külliye olan bir tek Zât-ı Akdes’in irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhît ile zâhir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’âli içindeki teveccüh-i ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş O’na ağır gelebilir? Hangi yer O’ndan gizlenebilir? Hangi ferd O’ndan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden O’na yanaşabilir? Hiç eşya O’ndan gizlenebilir mi? Hiçbir iş, bir işe mâni olur mu? Hiçbir yer, O’nun huzurundan hâlî kalır mı?”6)
  • “Demek esbâbın tesiri yok. Müsebbibü’l-esbab’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişâf ettiği için şu münâcât birdenbire geceyi, denizi ve hûtu musahhar etmiştir.”7)
  • “… ehadiyet ve samediyet-i ilâhiye, her bir şeyde husûsan zîhayatta, husûsan insanın mâhiyet aynasında bütün esmâsıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi mevcûdât ile alâkadar her bir ismi bütün mevcûdâtı ihâta ediyor.”8)
  • “Hadsiz kesret içinde vâhidiyet tecellîsi, hitab-ı اِيَّاكَ نَعْبُدُ demekle herkese kâfi gelmiyor. Fikir dağılıyor. Mecmuundaki vahdet arkasında Zât-ı Ehadiyeti mülâhaza edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demeye, küre-i arz vüs’atinde bir kalb bulunmak lâzım geliyor. Ve bu sırra binaen, cüz’iyatta zâhir bir surette sikke-i ehadiyeti gösterdiği gibi, herbir nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehadi mülâhaza ettirmek için, hâtem-i Rahmâniyet içinde bir sikke-i ehadiyeti gösteriyor.
  • Tâ, külfetsiz, herkes her mertebede اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deyip, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese hitap ederek müteveccih olsun.
  • İşte, Kur’ân-ı Hakîm, bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamından, meselâ semâvât ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder, tâ ki zâhir bir surette hâtem-i ehadiyeti göstersin.”9)
  • “… hadsiz mahlûkatta ve nihayetsiz bir kesrette vahdet sikkeleri, mütedahil daireler gibi, en büyüğünden en küçük sikkeye kadar envâı ve mertebeleri vardır. Fakat o vahdet, ne kadar olsa, yine kesret içinde bir vahdettir; hakikî hitabı tam temin edemiyor. Onun için, vahdet arkasında ehadiyet sikkesi bulunmak lâzımdır tâ ki kesreti hatıra getirmesin, doğrudan doğruya Zât-ı Akdese karşı kalbe yol açsın.
  • Hem, sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celb etmek için, o sikke-i ehadiyet üstünde gayet cazibedar bir nakış ve gayet parlak bir nur ve gayet şirin bir halâvet ve gayet sevimli bir cemâl ve gayet kuvvetli bir hakikat olan rahmet sikkesini ve Rahîmiyet hâtemini koymuştur. Evet, o rahmetin kuvvetidir ki, zîşuurun nazarlarını celb eder, kendine çeker ve ehadiyet sikkesine isal eder ve Zât-ı Ehadiyeyi mülâhaza ettirir ve ondan,اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'deki hakikî hitaba mazhar eder.
  • İşte, Bismillâhirrahmânirrahîm, Fâtiha’nın fihristesi ve Kur’ân’ın mücmel bir hülâsası olduğu cihetle, bu mezkûr sırr-ı azîmin ünvanı ve tercümanı olmuş. Bu ünvanı eline alan, rahmetin tabakatında gezebilir. Ve bu tercümanı konuşturan, esrar-ı rahmeti öğrenir ve envâr-ı Rahîmiyeti ve şefkati görür.”10)
  • “… insanın yüzü öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, Âdem zamanından tâ Kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün efrâd-ı insâniye birden nazar-ı mütalâasında bulunmayan; ve her birine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koymayan ve o küçük yüzde hadsiz alâmet-i farika bırakmayan bir sebep, bir tek insanın yüzündeki hâtem-i vahdâniyete îcâd cihetiyle el uzatamaz.”11)
  • “… cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahlûk, kâinatın bir misâl-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-yı tasarruf unda tutan Zât olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu, her bir zîhayat dahi, küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan; bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhâl derecesine getiriyor.”12)
  • “Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlâhiye, bir ehadiyet-i Rabbâniye ve sıfât-ı seb’aca mânevî bir sima-i Rahmânî ve bir temerküz-ü esmâî ve اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ'deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir; ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünkü azamet ve kibriyâ perde olur; herkesin kalbi göremez.”13)
  • “Küre-i hava diyor ki: Bu hadis, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki: Küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi.. ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hâzır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”14)
  • “… recâ; ilim, kudret ve irade sıfatları gibi, rahmet ve affediciliğin de ihâta ve şümûlüne inanıp, ehadiyet dalga boyunda bir kısım teveccühlere muntazır olmak demektir. Kur’ân-ı Kerîm’in rahmetin her şeyi aştığını; bir kudsî hadisin de, ilâhî rahmetin her zaman gazabın önünde bulunduğunu ifade etmesi, zannediyorum işte bu gerçeği hatırlatmaktadır. Aksine, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelen recâ hissini yitirip ye’se kapılmak affedilmeyen bir günahtır.”15)
  • “Küre-i arz üzerindeki hayvanat ve nebatatın var olmaları, hayata mazhariyetleri, yaşamaları, üremeleri ve bütün bu merhalelerin hemen hepsinde apaçık müşâhede edilen uyumları, âhenkleri, insicamları, intizamları gibi hususlar.. sonra insanoğlunun ruhanî ve cismanî letâif ve uzuvları itibarıyla mazhar olduğu şefkat, merhamet, inayet, riayet gibi özel bütün teveccühler hep bu ikinci taayyün diyeceğimiz rahmâniyet ve rahîmiyetin mahall-i inkişafı olan âlem-i rahamûta bakmakta, bu âlemin menfezleriyle teveccühe teveccühle mukabeleyi ifade etmekte ve o yolla beslenmektedir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Cenâb-ı Hakk’ın ehadiyet ve samediyetinin, bütün kâinat ve eşyadaki umumî, mutlak fakat inkişaf ve tafsile açık zâtî teveccühleri lâhutiyete ait bir tecellî –tecellî demek de doğru ise–; her nesne ve herkesin belli ölçüde ve istidadına vâbeste olarak yine O’nun rahmet, şefkat, himaye, inayet, riayet ve sıyânetinden istifaza ve istifadesi ise –vâhidî ve ehadî tecellîlerin farklılığı mahfuz– rahamût ufkundan akseden bir cilvedir.”16)

Dipnotlar

1)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 266.
2)
A.g.e. s. 463.
3)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 8.
4)
A.g.e. s. 573–574.
5)
A.g.e. s. 648.
6)
A.g.e. s. 665–666.
7)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 4.
8)
A.g.e. s. 121.
9)
A.g.e. s. 123.
10)
A.g.e. s. 124.
11)
A.g.e. s. 396.
12)
A.g.e. s. 403.
13)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 5.
14)
Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 114.
15)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 87.
16)
A.g.e. s. 541–542.
ehadiyet.txt · Son değiştirilme: 2024/05/02 16:54 Değiştiren: Editör