Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


hakkal_yakin

Hakka’l-Yakîn

  • “Bir kısım Kur’ân âyetlerinde işaret buyrulduğu gibi, yakîn, tasavvuf erbâbınca üç bölüm içinde mütalâa edilmiştir:
  • 1. İlme’l-yakîn ki; apaçık delil ve burhanların aydınlık dünyasında, o delil ve burhanlar vesâyetinde hedeflenilen hususlarla alâkalı en sağlam inanç ve en kesin iz’ana ulaşma hâli,
  • 2. Ayne’l-yakîn ki; keşif, müşâhede ve duyup hissetmenin ruha kazandırdığı engin ve tarifler üstü mârifete ulaşabilme pâyesi,
  • 3. Hakka’l-yakîn ki; perdesiz, hâilsiz; aynı zamanda kemmiyetsiz, keyfiyetsiz ve tasavvurları aşan sırlı bir maiyyeti ihraz mazhariyeti diye yorumlanmıştır.
  • Bazıları bu mazhariyeti, kulun, benlik, enâniyet ve nefis cihetiyle fenâ bulup Zât-ı Hak’la kâim olması şeklinde tefsir etmişlerdir.
  • Bu üç hususu, avamca şöyle bir misal ile anlatmak da mümkündür:
  • Bir insanın ölmeden ölümü bilmesi ilme’l-yakîn, gözünden perdenin kaldırılıp canını almaya gelen melekleri görmesi ve sekerat öncesi bir kısım metafizik hâdiselere şahit olması ayne’l-yakîn, ölümün kendine has keyfiyetini tadıp duyması da hakka’l-yakîndir. Buna göre bir insanın, ilmî istidlâl yoluyla herhangi bir mevzuda elde ettiği kesin bilgiye ilme’l-yakîn, gözüyle, kulağıyla ve diğer salim duygularıyla ulaştığı mârifete ayne’l-yakîn, istidlâl ve müşâhede üstü ve doğrudan doğruya onun vicdanına gelen, vicdanından fışkıran ve bütün zâhir-bâtın duygularının ufkunu saran irfana da hakka’l-yakîn denir.”1)
  • “İnsan, sürekli imanda derinleşme yolunda olmalıdır. Yani eğer ilme’l-yakîn ölçüsünde bir imanımız varsa, bunu ayne’l-yakîne çıkarmaya çalışmalıyız. Onunla da yetinmeyerek, hakka’l-yakîne ulaşma yollarını araştırmalıyız.”2)
  • “… biz, bilginin, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn kademelerinden geçerken, bu mertebelerden hangi noktaya dokunulursa dokunulsun orada ‘Lâ ilâhe illallah’ sesinin işitileceği bir seviyeye ulaşılmasına mârifet diyoruz.”3)
  • “Cenab-ı Hak, fenâ fillah, bekâ billâh ve maallah’a mazhar olamamış, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerinden geçerek Zât-ı Baht’a ulaşamamış, bu yolda ciddi bir sermayesi bulunmayan; fakat son derece samimi ve ihlâslı olan, sürekli ‘Allah’ım! İman-ı kâmil!’ ‘Allah’ım! İslâm-ı etemm!’ ‘Allah’ım! İhlâs-ı tam!’ ‘Allah’ım! Samimiyet!’ diyerek Allah’a (celle celâluhu) teveccüh eden ve tam bir sadakatle o kapının tokmağına dokunan tamir, ıslah ve tecdit yolcularını yalnız bırakmamış; ilâhî koruma, görüp gözetme ve kollamasıyla onları hep muhafaza altına almıştır.”4)
  • “… insan kendini terk edince her şeyde Cenâb-ı Hakk’ın tecellilerini görmeye başlıyor; başlıyor ve ciddi bir istiğrak, bir heyman, bir kalak hâliyle kendinden geçiyor ve o derya içinde eriyip yok oluyor. ‘Sen tecellî eylemezsin, perdede ben var iken / Şart-ı izhâr-ı vücudundur adîm olmak bana…’ (Gavsî) beytinde ifade edildiği gibi, insan hakiki vücut karşısında kendi vücudunu erittiğinde, hakka’l-yakîn ufkuna kapı aralamaya başlıyor. Vâkıa, bu anlamda bir hakka’l-yakîn mertebesi dünyada kemal ile insana müyesser olur mu, bilemiyoruz. Bu hususta İmam Rabbânî Hazretleri, Mektubat’ının bir yerinde bunun mümkün olmadığını söylerken, bir başka yerde ise belli ölçüde müyesser olabileceğini ifade eder. Bu iki mütalâayı beraber değerlendirdiğimizde denilebilir ki, hakka’l-yakînin gölgesi belki dünyada müyesser olabilir ancak asıl hakikati ahirette zuhur edecektir. Zira kudret-i ilâhiyenin, hikmetinin önünde tecellî ettiği yerde, hakka’l-yakîn de hakikatiyle zuhur edecek ve insan kendi ufkuna göre o hakikati bütün buutlarıyla duyup yaşayacaktır.”5)
  • “… bazıları, bir insanın nazarî olarak, ateşin yakıcı, pişirici, alev hâlindeyken aydınlatıcı olduğunu bilip ona inanmasını ilme’lyakîn; sobanın içinde kor kesilmiş ateşe nazar ettiğinde onun hem hararet verici hem de aydınlatıcı olduğunu kendi gözleriyle müşâhede etmesini ise ayne’l-yakîn olarak ifade etmişlerdir. Doğrudan doğruya içerisi ateş dolu sobaya sokulan maşanın âdeta nar gibi kıpkırmızı kesilmesi ve artık ateşten fark edilememesi hâlini ise hakka’l-yakîne örnek göstermiş ve akla yaklaştırmaya çalışmışlardır.”6)
  • “Yakîn’in ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn gibi mertebeleri vardır. Buna göre bir insan inandığı hakikatleri ilme dayandırarak yorumlayamıyorsa, onun hiç yakîni yok demektir. Yani insan, Allah’a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan imanını ilimle besleyememiş, onu kâinattan alınıp süzülen âfâkî deliller e dayayamamış veya enfüsî deliller le irtibatlandıramamış ise, bu insanın hiç ama hiç yakîni yoktur. Dikkatinizi çekerim, yakîn azlığı değil, yakîni yok! Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir. İnsan için ondan daha aşağı bir mertebe bahis mevzuu değildir. Zira bunun aşağısı behâim in içinde yaşadığı bir hayattır.”7)
  • “Gördüm ve hissettim ve hakka’l-yakîn zevk ettim ki; bekâmın lezzeti ve saâdeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâkî-i Zülkemâl ’in bekâsına ve benim Rabbim ve İlâhım olduğuna, tasdik ve îmânımda ve iz’anımda vardır.”8)
  • “Resûl-i Ekrem’in (aleyhissalâtü vesselâm) Mirac’ı, O’nun seyr u sülûküdür, O’nun unvan-ı velâyetidir. Ehl-i velâyet nasıl ki seyr u sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecât-ı imaniyenin hakka’l-yakîn derecesine çıkıyor. Öyle de bütün evliyanın sultanı olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm); değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havâssıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Mirac’ı ile bir cadde-i kübrâ açarak, hakâik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş. Miraç merdiveniyle Arş’a çıkmış. Kâb-ı Kavseyn makamında, hakâik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bi’l-âhireti aynelyakîn gözüyle müşâhede etmiş. Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş. O Mirac’ın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış. Bütün evliya-yı ümmeti, seyr u sülük ile –derecelerine göre– ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mirac’ın gölgesi içinde gidiyorlar.”9)
  • “Acaba kâinatın ehemmiyetli netice-i hilkati ve zeminin halifesi ve zihayatların istidatça en cemiyetli ve yükseği olan nev-i beşerin en müstakîmleri, en sâdık ve musaddak mürşidleri ve kemâlâtta reisleri olan mezkûr o dört tâifenin icmâ ve ittifakla iman edip haber verdikleri ve kâinatı bütün mevcudatıyla delil gösterip hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn itikat ettikleri ve sarsılmaz kanaat getirdikleri bir hakikati tanımayan ve inkâr eden, hadsiz bir cinâyet ve nihayetsiz bir azaba müstehak olmaz mı?”10)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 174–175.
2)
M. Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 149.
3)
M. Fethullah Gülen, Yaşatma İdeali (Kırık Testi-11), İstanbul: Nil Yayınları, 2012, s. 178.
4)
M. Fethullah Gülen, Buhranlı Günler ve Ümit Atlasımız (Kırık Testi-14), İstanbul: Nil Yayınları, 2015, s. 190.
5)
M. Fethullah Gülen, Yolun Kaderi (Kırık Testi-15), İstanbul: Nil Yayınları, 2016, s. 157.
6)
A.g.e. s. 158.
7)
M. Fethullah Gülen, Prizma-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 107.
8)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 310.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 348.
10)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 605.
hakkal_yakin.txt · Son değiştirilme: 2024/05/05 13:23 Değiştiren: Editör