Kullanıcı Aletleri

Site Aletleri


illet

İllet

  • Bir şeyin mevcut olmasının sebebi.
  • “Lügat bakımından; bir mahalle giren ve kendisiyle mahallin hâli değişen bir mânâdan ibarettir. Hastalığınillet’ diye adlandırılması da bundandır. Çünkü onun girmesiyle, kişinin hâli kuvvetten zaafa dönüşüp değişir.
  • Şeriat bakımından illet; sebebiyle beraber hüküm vermek vacip olan şeyden ibarettir. Bir şeyin varlığı, kendisine bağlı olan (tevakkuf eden) ve hariç olup onda etki yapan şeydir.”1)
  • İllet-i tâmme, bir şeyin varlığı kendisine bağlı olan şeyin tamamıdır.”2)
  • “Ezeli olan, yok olmayandır. Yok olmayanın ise varlıkta illeti yoktur.”3)
  • Cüz-ü ihtiyârînin üssü’l-esâsı olan meyelân, Matüridî’ce bir emr-i itibarîdir, abde verilebilir. Fakat Eş’arî, ona mevcûd nazarıyla baktığı için abde vermemiş. Fakat o meyelândaki tasarruf, Eş’ariye’ce bir emr-i itibarîdir. Öyle ise o meyelân, o tasarruf, bir emr-i nisbîdir. Muhakkak bir vücûd-u haricîsi yoktur. Emr-i itibarî ise, illet-i tâmme istemez ki; illet-i tâmme vücûdu için lüzum ve zarûret ve vücub ortaya girip ihtiyarı ref’etsin. Belki o emr-i itibarînin illeti, bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibarî sübut bulabilir. Öyle ise o anda onu terk edebilir. Kur’ân ona o anda diyebilir ki: ‘Şu şerdir, yapma.’
  • Evet eğer abd, hâlık-ı ef’âli bulunsaydı ve îcada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyarı ref’ olurdu. Çünkü; ilm-i usûl ve hikmette مَالَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْ kaidesince mukarrerdir ki: ‘Bir şey vâcib olmazsa, vücûda gelmez.’ Yâni, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücûda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarûre ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.”4)
  • Esbâb-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, ‘iktiran’ tâbir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Hâlbuki o nimetin ademi, bir tek şartın ademiyle oluyor. Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve esbap-perestlerin ne kadar hatâ ettiklerini bil!”5)
  • “… iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsân niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i ilâhiyedir. Evet, o adam ihsân etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kâideye binâen; o meyl-i ihsân, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir. Meselâ, Risale-i Nur’un şâkirtleri içinde Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibâs etmişler; Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Hâlbuki Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânî’de verdiği nimet-i istifâde ile, Üstadlarına ihsân ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifâdemize illettir.’ Ben de derim:
  • Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakk’ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de rahmet-i ilâhiyedir. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibâs ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şâkirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçâre nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsân etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz.”6)
  • “Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı bekâ; Bâki-i Zülkemâl’in bekâsına, varlığına iki cihetle bakarken, enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, aynasına perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekâ; bizzat ve sebepsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip, o aşk-ı bekâyı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebep iktiza etmeyen kemâl-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken –sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir bekâ değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve bekâ feda edilmeye lâyık olan– mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim.”7)
  • “Gafletten neşet eden dalâlet, pek garip ve acîbdir. Mukareneti illiyete kalbeder. İki şey arasında bir mukarenet olursa, yani daima beraber vücuda gelirlerse, birisinin ötekisine illet gösterilmesi o dalâletin şe’nindendir. Hâlbuki devamlı mukarenet, illiyete delil olamaz.”8)
  • İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.”9)
  • “… hiçbir mâlul ve mahlûk kendi kendine var olamadığı, varlığını devam ettiremediği gibi, dayandığı noktaya aykırılığı ve muhalefeti de söz konusu değildir. Öyle ise bütün eşya ve hâdiseler, dayandıkları sebep ve illetlerle kâimdirler. Dolayısıyla da her şeyin vücudu itibarîdir. Yani varlığın her parçası, dayandığı illet ve sebep itibarıyla izafî bir vücuda sahip olsa da, ondan, müstakil bir varlık gibi söz etmek mümkün değildir.”10)
  • Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresinde Allah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir. Yani insanın ‘Vallahi ben şu ağaçta Allah’ı görüyorum’ dediği mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mütalâasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır ve bu yönüyle objektif değil, bütünüyle sübjektiftir. Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru ser çekmesinde, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında… hâsılı her şeyde kemmiyetten, keyfiyetten, araz olmaktan münezzeh Cenâb-ı Hakk’ın arkasında, tıpkı Mecnun'un Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve sürekli O'nu arar. Şu iz, şu hülya, şu silûet galiba evet galiba O der. Üstad Hazretleri’nin dediği gibi ‘şiddet-i zuhurundan gizli’ yani zıddı, niddi bulunmadığından dolayı gözlerin idrak edemediği ama her şeyden daha âyân olan Allah’ı görme çabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan ‘buraya kadar mülk, bundan öte melekût’ veya ‘buraya kadar illet, bundan öte ma’lul’ gibi net değerlendirmelerde bulunamaz.. bulunamaz zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir. Tasavvufî ifadesiyle ‘seyr ilallah’a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir hayret makamı olan, elinde kâsesi etraf-ı âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı ‘seyr fillah’da bulunuyordur. Veya İmam Rabbanî’nin vesilesiyle literatürümüze giren ve ancak velâyet-i kübraya mazhar olanlara nasib olan ‘seyr billah’da yürüyordur. Yani halk içinde Hakk’la beraberdir. İrşad ve tebliğ vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar ilme’l-yakîni bütün mertebeleriyle yaşamaktan öte, bizim ancak sözünü ettiğimiz ayne’l-yakîni yaşarlar.”11)

Ayrıca Bakınız

Dipnotlar

1)
Ali ibn Muhammed es-Seyyid eş-Şerif Cürcani, Tarifat: Arapça-Türkçe Terimler Sözlüğü, tercüme ve şerh: Arif Erkan, İstanbul: Bahar Yayınları, 1997, s. 155.
2)
A.g.e. s. 156.
3)
A.g.e. s. 17.
4)
Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 508–509.
5)
Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 166.
6)
A.g.e. s. 167.
7)
Bediüzzaman Said Nursî, Şuâlar, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2010, s. 57.
8)
Bediüzzaman Said Nursî, Mesnevî-i Nûriye, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 64.
9)
Bediüzzaman Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, İstanbul: Şahdamar Yayınları, 2007, s. 86.
10)
M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, İstanbul: Nil Yayınları, 2008, s. 366.
11)
M. Fethullah Gülen, Prizma-2, İstanbul: Nil Yayınları, 2011, s. 109–110.
illet.txt · Son değiştirilme: 2024/05/25 13:12 Değiştiren: Editör