“Zatında, İleri-geri tarihî tekerrürler devr-i daimi de, hemen her zaman, vahye karşı alâkasız kalınıp, aklî olanın ihmal edildiği dönemlerle, semavî aydınlanma ve aklın aktivitesini tam ortaya koyduğu devrelerin tenavübünden başka bir şey değildir. Ne zaman ki nebilerin neşrettiği ziya ile gönüller aydınlanmış, dimağlar tenevvür etmiş; cismaniyet ve madde kendi çerçevelerine çekilmiş, fizik de-metafizik de yerli yerine oturmuş; Mevlânâ'nın ifadesiyle ‘akl-ı semavî’. Gazali'nin deyimiyle de ‘akl-ı meâd’, ‘akl-ı meâş’ ve ‘akl-ı türabî’nin önüne geçmiş; işte o zaman, yeni bir
kalb ve kafa izdivacı gerçekleşerek yepyeni bir milat daha yaşanmıştır. Bu milat, varlığın yeniden yorumlanıp, çağın idraki açısından bir kere daha hakikî sahibine bağlanması ve İnsanoğlunun iç çelişkilerden kurtulması miladıdır ve ne zaman ki göklerin ışığı görülmez olmuş,
akıl ihmale uğramış, düşünce devre dışı bırakılmış -özel mânâsıyla-mâkul bütünüyle unutulmuş, her yerde gayrimâkulun bayrağı dalgalanmaya başlamış, kitleler iç içe tenakuzlara sürüklenmişi fikrî, ruhî teşevvüşler İçinde, bazen Zerdüşt'e, bazen Hz. Üzeyir'e, bazen Hz. Mesih'e Allah'ın oğlu denmiş ve O “üçlünün üçüncüsü-dür” gibi çarpıklıklara düşülmüş, işte o zaman vahye ve akla bağlı bütün denge ve sistemler de alt-üst olmuştur.”
9)