“
Hicret, sıradan bir göç ve geçici bir yolculuk değildi. O sevdiklerini arkada bırakma ve sürekli bir gurbete adım atma demekti.
Muhacirler, yurtlarını yuvalarını, evlâd ü ıyâllerini terk ediyor, bilmedikleri diyarlara, tanımadıkları insanlar arasına gidiyorlardı. Onların kimisi anne-babasından, kimisi eşi ve çocuklarından ayrı düşmüş, sevdiklerini müşrikler arasında bırakarak ‘
hicret’ deyip yürümüştü. Mesela, Hazreti Ebu Bekir (radıyallâhu anh) giderken, göznuru Aişe annemiz yoktu yanında; kızı Esma yoktu, oğlu Abdullah yoktu. O merhamet âbidesi ve şefkat timsali Ebu Bekir Efendimiz, babasını, eşini ve çocuklarını Allah’a
emanet ederek ve vazife sorumluluğunu babalık şefkatinin önüne geçirerek yola koyulmuştu. Ashab efendilerimiz emre itaat ederek doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıyorlardı ama aileleriyle beraber gönüllerini de arkada bırakıyorlardı. Çünkü, bir insanın ailesini, evlad ü ıyâlini, doğduğu yeri çok sevmesi ve o insanlardan, o mekanlardan ayrılmak istememesi tabiî ve fıtrîdir. Dâussıla (sıla hasreti) her kalb sahibini inletecek bir acıdır ve hemen herkeste var olan bu hissi gönülden söküp atmak mümkün değildir. Nitekim, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile Sevr mağarasından ayrılıp yola revân olacağı an yaşlı gözlerle son bir kere daha doğup büyüdüğü topraklara bakmış ve “Mekke! Seni o kadar çok seviyorum ki, eğer beni çıkarmasalardı -vallahi- senden ayrılmazdım.” buyurmuşlardı. Hazreti Ebu Bekir ve Seyyidina Bilal gibi sahabe efendilerimizden bazıları Peygamber köyünde Peygamberle beraber olmalarına rağmen dâussıla duygusuyla hıçkıra hıçkıra ağlamış ve Mekke için şiirler söylemişlerdi.”
5)