“Erbabınca hep böyle değerlendirilegelen
halvet, bazı mutasavvıfînce çerçevesi biraz daha daraltılıp surî inzivalara bağlanarak, çilehanelerde ‘kıllet-i kelâm’, ‘kıllet-i taâm’, ‘kıllet-i menâm’ ve ‘
uzlet ani’l-enâm’ şeklinde yorumlanmıştır ki; biz bunu, ‘Çile’ ya da ‘Erbaîn’ başlıklarıyla sunmaya çalıştığımız konulara bağlayabiliriz. Meseleye bu zaviyeden yaklaşan mutasavvıfîn; teferruatta bir kısım farklılıklar arz etse de, hemen her dinde ve her ruhanî sistemde
halvetin var olduğundan bahisler açmış ve onun evrenselliğini vurgulamışlardır. Onlar, Hz. Musa’nın (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) Eyke’deki on senelik ikametini, Tur’daki kırk günlük mîkâtını, İsrailoğulları’nın Tih’deki kırk senelik maceralarını, Hz. Meryem’in وَاٰوَيْنَاهُمَۤا إِلٰى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَع۪ينٍ ‘Onları, suyu çağlayan ve ikamete elverişli bir tepeye yerleştirip barındırdık.’ âyetiyle anlatılan
uzletini, nihayet Hz. Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) ‘tehannüs’ unvanıyla Hira’daki ibadete bağlı yalnızlığını hep
halvet şeklinde yorumlamış ve onun ruh tasfiyesi ve nefis tezkiyesi adına mutlak bir esas olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Bu hâdiselerin açıkça
halvete me’haz teşkil etmediği söylense de,
halvette, bir ‘beyt-i Hudâ’ olan kalbin ağyâr düşüncesinden arındırılması ve onun hususî bir kısım temrinlerle lebrîz edilerek, ilâhî tecellîleri intizara müsait hâle getirilmesi de bir gerçektir.