“… tâbiîn döneminde maddî cihad kılıcı bir ölçüde kınına konmuş ve mânevî cihad, ‘cihad-ı ekber’ denilen nefisle cihad en büyük vazife hâline gelmiştir.
Nefs-i emmâreyle yaka-paça olup,
nefs-i levvâmeye, oradan
nefs-i râdiye,
mardiye,
mutmainne,
sâfiye mertebelerine ulaşma ve: رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ ‘
Allah, onlardan râzı oldu onlar da Allah’dan râzı oldu.’ (Beyyine, 98/8) sırrına erme mücadelesi vermiştir tâbiîn. O kadar ki, Mesruk, Mekke-i Mükerreme’de kaldığı sürece, sağ veya sol yanını yere koyup yatmamış ve hep
Kâbe karşısında secdede uyumuştur. Hastalandığı zaman kendisine: ‘Biraz dinlenmeyi düşünmez misin?’ dediklerinde şu cevabı vermiştir: وَاللّٰهِ لَوْ أَتَانِي آتٍ فَأَخْبَرَنِي أَنَّ اللّٰهَ لاَ يُعَذِّبُنِي لَاجْتَهَدْتُ فِي الْعِبَادَةِ ‘Allah’a yemin olsun ki; gâibden-semadan birisi gelse de bana ‘Allah sana kat’iyen azap etmeyecek!’ dese, ben yine eskiden olduğu gibi aynı ciddiyet ve azimle
ibadet etmeye devam ederim.’ Zaten, onun efendisi, bizim efendimiz, Kâinatın Efendisi de (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı şeyi söylememiş miydi? يَا عَائِشَةُ! أَفَلاَ أَكُونُ عَبْداً شَكُوراً ‘Ey Âişe, ben, şükreden bir kul olmayayım mı?’”
3)