Sofîler,
tâlib kelimesini, tasavvuf mesleğine intisap eden, bir
mürşidden el alan ve bir üstadın rehberliğine giren mânâsında kullanmışlardır ki,
hak yolcularına mahsus dört özel unvanın ilkidir. Ne var ki, bazen
tâlib,
iradesinin hakkını verince birdenbire değişip
mürîde inkılâp eder; sonra yürür sâlik ufkuna ulaşır ve Hakk’ın inayetiyle yükselir vuslat rüyaları görmeye başlar. Bazen de o, talebin dar ufkunda sıkışır kalır ve sürekli yol yorgunluğu yaşamasına rağmen asla mesafe alamadığı da olur. Zaten her önüne gelen de hemen
tâlib olarak kabul edilmez ya; her şeyin bir âdâb ve erkânı olduğu gibi
tâlib kabul edilebilmenin de kendine göre yolu-yöntemi vardır. Her namzet, hareketleri, genel tavırları, karakterinin böyle bir yolculuğa müsait olup olmayışı itibarıyla bir kâmil
mürşid ve üstad tarafından usûlünce test edilir. Müsait görülürse, ‘Tut üstadın elinden, yürü Hakk’a!’ denir. Böyle bir tevcihten sonra o artık bir
tâlib ve aynı zamanda bir
mürîd namzedidir. Yürür mürşidin rehberliğinde gönlüne açılan dünyalara.. ve pervaz eder
istidadına yol veren şâhikalarda. Ne var ki, her şey hemen bununla da bitmez; tutunduğu ele –vasıtalık mülâhazasıyla– sımsıkı sarılması, girdiği yolda kararlı yürümesi, mesleğine can u gönülden bağlanması ve elindeki Hakk’ın esmâsını temâşâ edeceği o aynayı kırmaması; kırmaması ve bir nîm-nigâh ile hep O’na bakması gerekir. Muhammed Ali Hilmi Dede,
tâlibe ait mülâhazalarını yukarıdaki çerçeveye yakın şöyle ifade eder: