“Nasıl ki işlenmiş bir eserin güzelliği, işlemesinin güzelliğine.. ve işlemek güzelliği, ustalığın o sanattan gelen unvanının güzelliğine.. ve ustadaki sanatkârlık unvanının güzelliği, o sanatkârın o sanata ait sıfatının güzelliğine.. ve sıfatının güzelliği, kabiliyet ve istidadının güzelliğine.. ve kabiliyetinin güzelliği, zâtının ve
hakikatinin güzelliğine derece-i bedâhette gayet kat’î bir surette delâlet ettiği gibi; aynen öyle de bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahlûklarında ve yapılışları güzel umum masnûlarındaki
hüsün ve
cemâl dahi, Sanatkâr-ı Zülcelâl’deki fiillerinin
hüsün ve
cemâline kat’î şehâdet.. ve ef’âlindeki
hüsün ve
cemâl ise, o fiillere bakan unvanların, yani isimlerin
hüsün ve
cemâline şüphesiz delâlet.. ve isimlerin
hüsün ve
cemâli ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların
hüsün ve
cemâline kat’î şehâdet.. ve sıfatların
hüsün ve
cemâli ise, sıfatların mebdei olan şuûnât-ı zâtiyenin
hüsün ve
cemâline kat’î şehâdet.. ve şuûnât-ı zâtiyenin
hüsün ve
cemâli ise, fâil ve müsemmâ ve mevsuf olan zâtının
hüsün ve
cemâline ve mahiyetinin kudsî kemâline ve
hakikatinin mukaddes güzelliğine bedâhet derecede kat’î bir surette şehâdet eder. Demek, Sâni-i Zülcemâl’in kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık öyle hadsiz bir
hüsün ve
cemâli var ki, bir gölgesi bütün mevcudâtı baştan başa güzelleştirmiş.. ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir
cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinâtı
hüsün ve
cemâl lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.”
10)