“Kudret;
melekûtiyet-i eşyaya taalluk eder. Evet,
kâinatın âyine gibi iki yüzü var. Biri
mülk ciheti ki, âyinenin renkli yüzüne benzer. Diğeri
melekûtiyet ciheti ki âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ciheti ise, zıtların cevelângâhıdır. Güzel-çirkin,
hayır-şer, küçük-büyük, ağır-kolay gibi emirlerin mahall-i vürududur. İşte, şunun içindir ki, Sâni-i Zülcelâl,
esbab-ı zâhirîyi tasarrufât-ı kudretine perde etmiştir tâ, dest-i kudret, zâhir
akla göre hasis ve nâlâyık emirlerle bizzat mübaşereti görünmesin. Çünkü azamet ve izzet öyle ister. Fakat o vesait ve
esbaba hakikî tesir vermemiştir. Çünkü vahdet-i
ehadiyet öyle ister. Melekûtiyet ciheti ise, her şeyde parlaktır, temizdir. Teşahhusâtın renkleri, muzahrafatları ona karışmaz. O cihet, vasıtasız, kendi Hâlıkına müteveccihtir. Onda terettüb-ü esbab, teselsül-ü ilel yoktur. Ona
illiyet, mâlûliyet giremez. Eğri büğrüsü yoktur. Mâniler müdahale edemezler. Zerre, şemse kardeş olur.”
1)