“… her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hânesidir. Eğer
iman-ı
âhiret o hânenin saadetinde hükmetmezse o
aile efradı, her biri
şefkat ve
muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azaplar çeker. O cenneti, cehenneme döner. Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefâhetlerle aklını tenvim edip uyutur. Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor, başını kuma sokar, ta görünmesin. Başını
gaflete sokar, ta
ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divânece, muvakkat,
ibtal-i his nev’inden bir çare bulur. Çünkü meselâ vâlide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belâlardan kurtaramayan evlâtlar, dâim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız
hayat-ı dünyeviyede o mesûd zannedilen
aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kısacık bir
hayattaki münasebet ve karâbet dahi, hakikî
sadakati ve samimî
ihlası ve garazsız bir hizmeti ve
muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukût eder. Eğer
âhirete iman o hâneye girse birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve
şefkat ve karâbet ve
muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı
âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî
hürmet eder, sever,
şefkat eder,
sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir. Hakikî insaniyet saadeti o hânede başlar inkişafa…”
4)