“Bir zaman,
evliya-yı azîmeden,
nefs-i emmâresinden kurtulanlardan birkaç zâttan, şiddetli
mücahede-i nefsiyeler ve
nefs-i emmâreden şekvâlarını gördüm. Çok
hayret ediyordum. Hayli zaman sonra,
nefs-i emmârenin kendi desaisinden başka, daha şiddetli ve daha ziyade söz dinlemez ve daha ziyade ahlâk-ı seyyieyi idame eden ve
heves ve damar ve âsâb, tabiat ve hissiyat halitasından çıkan ve
nefs-i emmârenin son tahassungâhı bulunan ve
nefs-i emmâreyi tezkiyeden sonra onun eski vazife-i seyyiesini gören ve mücahedeyi âhir ömre kadar devam ettiren bir mânevî
nefs-i emmâreyi gördüm. Ve anladım ki o mübârek zâtlar, hakikî
nefs-i emmâreden değil, belki mecazî bir
nefs-i emmâreden şekvâ etmişler. Sonra gördüm ki İmam Rabbânî dahi bu mecazî
nefs-i emmâreden haber veriyor. Bu ikinci
nefs-i emmârede şuursuz
kör hissiyat bulunduğu için,
akıl ve kalbin sözlerini anlamıyor ve dinlemiyor ki onlarla ıslah olsun ve kusurunu anlasın. Yalnız tokatlar ve elemlerle nefret edip, veya tam bir fedailiğe her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları gibi, her şeyini, enâniyetini bıraksın. Bu acîb asırda dehşetli bir aşılamak ve şırıngayla hem hakikî, hem mecazî iki
nefs-i emmâre ittifak edip öyle seyyiâta, öyle günahlara severek giriyor. Kâinatı hiddete getiriyor.”
3)