Hakikatte her şey ne ise, her zaman odur. Ne hulûl, ne ittihat, ne keynûnet ne de fenâ-yı mutlak; eşya eşyadır, hâdiseler onun bir buudu.. kul kuldur,
Allah da mutlak vücûd ve ilim sahibi.. her varlık O'nun vücûd ve ilminin bir lem'a-i tecellîsi;
insan da bu tecellîlerin duyan, hisseden, yorumlayan, değerlendiren; ama aynı zamanda yanılabilen, insaf ve iz'ân sahibi ise yanılgılarını düzeltmek isteyen bir tercümanı, bir solisti,
şuurlu bir enstrümanı veya bir orkestra şefidir. O, hâlin televvünlerine göre, sürekli ufkuna akan veya değerlendirmesine sunulan malzemeyi yorumlar.. onlara kendi
his ve duyuşlarından yeni sesler katar.. bazen bu sesler, seslendirilen hakikatlerle uyum içinde olur; bazen de
hâl, zevk, his, sezi hakikatin önüne geçer ve varlıktaki tenâsübün, şuur ve idrak aynalarındaki âhengini bozarak aritmiye sebebiyet verebilir ki, bu da çok defa, kesret ve vahdet ahkâmının birbirine karıştırılmasıyla neticelenir. Hallâc'ın ‘Ene’l-Hak’ şeklindeki iltibaslı ifadesi, Şiblî’nin, ‘Namaz kılsam münkir, kılmasam kâfir olurum.’ tarzındaki beyanı, İbn Arabî’nin, ‘Kul Rab, Rab de kuldur; ah bir bilseydim mükellef kim?’ gibi müteşabihi, Yunus'un ‘Suçlu kimdir, azab nedir?’ türünden hayretleri… ve daha yüzlerce insanın, iltibas sayacağımız bu kabîl mülâhazaları -duyanın, hissedenin kendi hâl ve zevkine göre normal kabul edilse de- birer aritmi örneği sayılabilirler.”
1)