“…
hacc-ı şerif, bilasâle herkes için bir mertebe-i külliyede bir
ubûdiyettir. Nasıl ki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferîk dairesinde bir ferîk gibi, padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de; bir
hacı, ne kadar âmî de olsa, kat’-ı merâtib etmiş bir veli gibi umum aktâr-ı arzın Rabb-i Azîm’i unvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubûdiyet-i külliye ile müşerreftir. Elbette
hac miftahıyla açılan merâtib-i külliyye-i rubûbiyet ve dürbünüyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i ulûhiyet ve şeâiriyle kalbine ve hayâline gittikçe genişlenen devâir-i ubûdiyet ve merâtib-i kibriyâ ve ufk-u tecelliyâtın verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i rubûbiyet; ‘Allahu ekber, Allahu ekber’ ile teskin edilebilir ve onunla, o merâtib-i münkeşife-i meşhûde veya mutasavvire ilân edilebilir.
Hacdan sonra şu mânâ-yı ulvî ve küllî, muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husûf-küsûf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeâir-i İslâmiye’nin, velev
sünnet kabilinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.”
11)