“
Din, başta da işaret edildiği gibi,
akıl ve
şuur sahiplerini muhatap alır; onları kendi
ihtiyar ve seçenekleriyle, dünyevî-uhrevî hayra yönlendirir ve icabet edenlere de ebedî
saadetler vaad eder. Din karşısında mükelleflerin yeri, onların bazı sorumluluklar altında ezilmeleri değil; ‘Yaradan bilir’ esprisinden hareketle, iyinin, güzelin, hayrın ve ebedî mutluluğun, Allah’ın ilim,
irade ve takdiriyle –şart-ı âdî planında– onların
iradelerine bağlanması gibi küllî meşîetin, önceden onlara bahşedilmiş
cüz’î ihtiyara bir teveccühü ve bir iltifatıdır. Bu yönüyle de o, değişik din şeklindeki organizasyonlardan çok farklı, ulûhiyet edalı ve
ubûdiyet ifadelidir. Bir kere her şeyden evvel, bu
dinin muhatapları
akıl ve
irade sahibidirler ve
Allah’ın vaz’ettiği nizamı yaşamaya ve temsile çalışırlar. Bu itibarla da dini, özel bir donanıma karşı özel bir teveccüh şeklinde yorumlamak da mümkündür. Zira
akıl ve
irade mahrumları onunla mükellef tutulmamışlardır ve onlar için bizzat hayra sevk gibi bir iltifat da söz konusu değildir.”
4)