“
Ayne’l-yakîn ise; eşyanın çehresinde
Allah’ın tecelli edişinin görüldüğü bir mertebedir. Yani insanın ‘Vallahi ben şu ağaçta
Allah’ı görüyorum’ dediği mertebe. Yalnız bu, şahsın hususî mütalâasına, sezmesine, hissetmesine bağlıdır ve bu yönüyle objektif değil, bütünüyle sübjektiftir. Bu mertebede insan, çiçeklerin açmasında, ağaçların semalara doğru ser çekmesinde, kuşların cıvıldamasında, suların şırıl şırıl akmasında… hâsılı her şeyde kemmiyetten, keyfiyetten, araz olmaktan münezzeh Cenâb-ı Hakk’ın arkasında, tıpkı Mecnun'un Leyla arkasında koşturduğu gibi devamlı koşturur durur ve sürekli O'nu arar. Şu iz, şu hülya, şu silûet galiba evet galiba O der. Üstad Hazretleri’nin dediği gibi ‘şiddet-i zuhurundan gizli’ yani zıddı, niddi bulunmadığından dolayı gözlerin idrak edemediği ama her şeyden daha âyân olan
Allah’ı görme çabasının sergilendiği bir mertebedir bu. Burada insan ‘buraya kadar mülk, bundan öte melekût’ veya ‘buraya kadar
illet, bundan öte ma’lul’ gibi net değerlendirmelerde bulunamaz.. bulunamaz zira her varlığın arkasında vicdanıyla Rabbini müşahede edecek kadar his dünyası inkişaf etmiştir. Tasavvufî ifadesiyle ‘
seyr ilallah’a ulaşmıştır. Bu makamda her şeyi ayrı bir zevk, ayrı bir neşe halinde duyuyor ve yaşıyordur. Veya bir
hayret makamı olan, elinde kâsesi etraf-ı âlemde baygın baygın, sarhoş sarhoş dolaştığı ‘
seyr fillah’da bulunuyordur. Veya İmam Rabbanî’nin vesilesiyle literatürümüze giren ve ancak velâyet-i kübraya mazhar olanlara nasib olan ‘
seyr billah’da yürüyordur. Yani halk içinde Hakk’la beraberdir.
İrşad ve tebliğ vazifesiyle vazifelidir. İşte bunlar
ilme’l-yakîni bütün mertebeleriyle yaşamaktan öte, bizim ancak sözünü ettiğimiz
ayne’l-yakîni yaşarlar.”
10)