“… bir insanın üzerinde on tane
nifak belirtisi, bir tane de
iman emaresi olsa, biz yine o insan hakkında elimizden geldiğince
hüsn-ü zan etmek mecburiyetindeyiz. Evet, o şahıs, söz konusu mezmum sıfatlarından dolayı kendi hesabına çok korkmalı ve akıbetinden endişe etmelidir; ancak, biz, kat’iyen onun hakkında münafık hükmüne varmamalıyız; sû-i zanda isabet etmektense
hüsn-ü zanda yanılmayı seçmeliyiz. Tabii ki,
iman hizmetinin ve umumun hukukunu gözeterek, üzerinde nifak alâmeti bulunan insanlara bir kısım vazife ve sorumluluklar verip vermeme hususunda daha temkinli olabiliriz. Bu hususta, Üstad hazretlerinin ortaya koyduğu ‘
hüsn-ü zan, adem-i
itimat’ prensibine göre hareket edip,
Kur’an hizmetinden onların da nasipdar olmaları için, o türlü insanlara da bazı vazifeler verme ama onları mahremiyet gerektiren yerlerden uzak bulundurma yoluna gidebiliriz. Böylece, hem amme hukukunu korumuş hem de o insanların da çirkin sıfatlardan kurtulup samimi birer mü’min olabileceklerine dair
hüsn-ü zannımızın gereğini yapmış oluruz. Şu kadar var ki, aynı
mefkureye gönül vermiş insanlar arasında
hüsn-ü zannın ve güvenin ana unsurlar olduğu; kesin bilgilere dayanmayan haberlerden, sudan bahanelerden, bir kısım şüphe ve vesveselerden dolayı kardeşlerin birbirlerine karşı asla
itimatsızlık etmemelerinin gerektiği unutulmamalıdır. ‘Adem-i
itimat’ mülahazası tahdit altına alınmalıdır.”
9)