Hak yolcusu, bidâyet-i
hâl itibarıyla, hâlin gereği, hep televvün edalıdır; zira o,
seyr u sülûk-i ruhânîde, esmâdan müsemmâya, sıfattan mevsufa, hâlden makama, yolcular için uzun bir mesafe sayılan eb’âdı aşarken, sürekli farklı şeyler görür, farklı şeyler duyar, farklı şeyler hisseder; bu duyuş, bu görüş ve bu hissedişler, her zaman
sâlikin benliğini tesir altına alacağından, onun tavırlarından hep televvün akar.. ve bu yolda olma hususiyeti,
hakikat yolcusunun hedefe ulaşacağı ‘ân’a kadar devam eder. Gün gelip de ‘
fenâ fillâh’ ufkunda, ‘
bekâ billâh’ hakikatı zuhûr edince, telvin de yerini
temkine bırakır, televvün temekkünle becâyiş olur. Ve artık
Mîzanü’l-İrfan Sahibinin de dediği gibi: