“Hucub-u inâyet, Hazret-i Zât’ın
izzetine, azametine, her şeyi muhît bulunmasına ve hiçbir nesneye taayyün hakkı vermemesine mukabil; tıpkı, kudret ve iradenin,
aklın zâhirî nazarında hasîs işlere taalluku uygun düşmediğinden sebeplerin birer perde olarak vaz’edilmesi gibi, müntehî bir sâlikin iç ihtisasları yanında, din ü diyaneti adına bazen esmâ ve sıfât ufkuna döndürülerek
ihsaslarının diliyle ona,
ubûdiyet veya
ubûdetin hiçbir zaman zimmetten düşmediğini-düşmeyeceğini hatırlatmak için, celâlin kuşatan tecellileri içinde bir
cemal ve
ehadiyet teveccühüdür. Aynı zamanda böyle bir teveccüh, mümkine mümkince bir soluk aldırma ve
cem’ içinde onun
ruhuna fark’ı da duyurma mânâsına gelmektedir. Böylece ârif, bir yandan
sübuhât-ı vechin kâhir şuaâtı karşısında
sekr, mahv, fenâ ve ıstılâm’la nefsi dahil her şeye karşı tamamen kapanıp, Mezkûr-u
Mutlak alâkasıyla zikri, Mâbûd-u
Mutlak münasebetiyle ibadeti, Vücûd-u
Mutlak ziyasıyla zıllî vücudu hissedemeyerek hâlî bir vuslat yaşarken, diğer yandan da hucub-u inâyet ile yer yer kendini
ubûdet çağlayanlarına salar, ‘ إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ’le soluklanır ve hep kul olduğunun şuuruyla oturur kalkar.”
2)